İÇİNDEKİLER:
1. Önsöz
2. Anı ve Anının Özellikleri
3. İlk Ayrılış
4. Bir Bakışta Londra
5. Avrupa’da Türk Olmak
6. Çağdaşlığın Simgesi
7. Rüyalarımın Şehrinde
8. Çocukluğuma Dönerken
ANI
VE ANININ ÖZELLİKLERİ
ANI: Yaşanmış olayları anlatan yazı türü, hatıra.
ANININ ÖZELLİKLERİ:
1-
Gerçek
deneyimleri anlatır.
2-
Herhangi bir
düşünceyi kanıtlama amacı yoktur; bilgilendirme amacı vardır.
3-
Söyleşi
havasındadır, dili yalındır.
4-
Genellikle
öyküleyici anlatım biçimiyle yazılır.
5-
Konusunu bir
yerden alır.
İLK
AYRILIŞ
-
Ezgi kızım,
yağmurluk koydun mu bavuluna? Biliyorsun çok yağmur yağıyormuş oralarda.
-
Evet annecim,
biliyorum, koydum.
...
- Ezgicim, acil durumlar için
ilaçlarını hazırladın mı? Neyi nasıl kullanacağını iyi biliyorsun değil mi
kızım ?
-
Evet baba,
biliyorum, sağol.
…
-
Ezgi, canım
bak, bu kutuya vitaminleri koydum. Hergün almayı ihmal etme olur mu?
-
Sen merak
etme anneannecim, alırım.
…
-
Abla?
-
Efendim
tatlım.
-
Peki Tavşi ne
olacak? (Tavşi, kardeşimle, oyuncak tavşanımıza koyduğumuz bir isimdi. Benim
için çok özeldi sessiz dostum. Çoğu kez umutsuzluğumda onu bulurdum karşımda.
Onu çok özleyecektim.)
-
Öykücüm,
Tavşi’yi bir aylığına sana emanet ediyorum. Beni özlediğinde ona sarılırsın,
canım.
Gideceğime en çok üzülen kardeşimdi aslında. Son
zamanlarda huzursuzluğu iyice artmış, olur olmadık şeylerde beni azarlar
olmuştu. Kolay değildi tabii onun için. Gözlerini ilk açtığı andan itibaren ben
vardım yanında. Bu onunla ilk uzun ayrılışımızdı.
Aslında
bana ne kadar belli etmeseler de herkesin içinde bir burukluk, bir hüzün vardı.
Odam bile üzülüyordu sanki gideceğime. Gözünde hiçbir zaman büyüyemeyeceğim
babam, elinde büyüdüğüm anneannem ve bana kendime güvenmeyi öğretmiş olan
annem, şimdi kendilerini sorguluyorlardı. Acaba “küçük” kızlarını göndermekle
hata mı ediyorlardı, yoksa bunun benim için harika bir deneyim olacağına ve bir
ayın çabuk geçeceğine inanmışlar mıydı? Bildiğim tek birşey vardı. Bu yurtdışı
kampıyla, ailemin bana olan güvenini sağlamlaştıracak ve bana sağladıkları bu imkanı
en iyi şekilde değerlendirecektim. “ Sana güveniyoruz ve bunu da başaracağını
biliyoruz” demişti bir keresinde babam.Onun bu sözleri beni çok mutlu etmiş ve
kendime güvenim gelmişti iyice.
Benim
duygularım aileminkilerden de karışıktı. Evden ilk ayrılışım olması işleri
zorlaştırsa da, farklı bir ortamda bulunma, farklı bir kültürü tanıma fikri
beni heyecanlandırıyor, ailemden uzak olmanın vereceği özgürlük de çok hoşuma
gidiyordu. Ne de olsa, erken yatıp uykumu almam gerektiğini hatırlatacak babam,
ya da soğuk havalarda giydiğim kıyafetleri eleştirecek annem olmayacaktı. Benim
sorumluluğum tamamen bana aitti bu ay.
Gidişimden
bir önceki akşam, İngiltere’ye birlikte gideceğimiz, çok yakın arkadaşlarım
olan Gizem ile Zeynep’i aradım. Onlar da çok heyecanlıydılar. Birlikte,
götüreceklerimizi tekrar kontrol edip, ertesi gün saat üçte havaalanında
buluşmak üzere telefonu kapattık. İkinci dönemin başından beri gideceğimi
bilmeme rağmen, bu son telefon konuşması, bunun bir hikaye olmadığını ve gerçekten gitmek üzere olduğumuzu hatırlattı
aslında. Genellikle buluşma yeri seçerken, saat 12’ de Karum’un önünde, ya da
üçte Bilkent’te gibi sözlerden sonra “saat üçte havaalanında” demek, bir hayli
ilginç gelmişti.
Büyük
gün geldi de çattı sonunda. Uyandıktan hemen sonra, son hazırlıklarımı
tamamlayıp, bavulumu kapattım. Sevgili anneannemin baskıları üzerine birkaç lokma bir şeyler yeyip evden ayrıldık.
Yolda, genellikle sürekli konuşan ve şaklabanlıklarıyla hepimizi güldüren
kardeşim çok sessizdi. Bu sessizlik hiç hoşuma gitmiyor ve ben de her zaman
olduğu gibi durmadan konuşuyordum. En sonunda havaalanına vardık. Arkadaşlarımı
ve grup liderimi görmek neşemin yerine gelmesini sağlamıştı. Annemler, diğer
veliler ile muhabbete dalmışken, ben de arkadaşlarımla konuşuyordum. En sonunda
bavullar uçağa verildi, biniş işlemleri tamamlandı, uçuş kartları alındı ve
grup liderimiz, gitme zamanının geldiğini söyledi. Ben yine neşeli olmaya
çalışarak annemlerle vedalaşıp, gümrükten geçmek üzere ayrıldım. En son arkama
bakıp el sallarken, annemin gözlerinin yaşlı olduğunu gördüm. O sahneyi, şimdi
bile unutamam. Çok fazla etkilenmeme karşın, daha fazla kötü hissetmemek için
önüme döndüm.
İşte,
9 Temmuz 2000 Pazar günü, Ankaranın 40 dereceyi geçen sıcağında ayrıldık
Türkiye’den. Farklı bir dünyayı keşfe doğru…
BiR BAKIŞTA LONDRA
Türkiye
ile bazı benzerlikleri bulunmasına rağmen, farklı bir dünya gibi gelmişti
Londra bana. Saatleri iki saat geri almakla birlikte, Avrupa’nın en gözde
şehrine adım attığınızda, kendi büyülü dünyasına çekiyordu sizi. Bunu uçaktan
bile farkedebilmek mümkündü, gecenin karanlığında ışıl ışıldı Londra...
İlk
günlerde sanki bize “Hoşgeldiniz” diyerek kendini göstermiş olan güneş, ikinci
haftamızda bizi İngiltere’nin alışılagelmiş yağmurlarıyla yalnız bıraktı. Bu
hava değişimi, temmuzun ortasında sıkı sıkı giyinmemize, ilk girdiğimiz
mağazalardan kazak almamıza, neredeyse saniyede bir hapşırarak, hergün aspirin
yutmamıza neden olmuştu. Buna rağmen, Londra’ya varışımızın ertesi gününden,
son günümüze kadar durmadan gezmiştik. İlk hafta, yolda yürümek bile bizim için
bir maceraya dönüşmüştü adeta. Yollardaki uyarıları çoğu kez görmeyen bizler,
alışmadığımız trafik düzeni yüzünden kaç kere ezilmenin eşiğinden dönmüş,
İngiliz sürücülere zor anlar yaşatmıştık. Neyse ki, bu duruma çabuk alışmıştık.
Üç buçuk hafta boyunca en önemli ulaşım aracımız olmuş olan “undergound”umuz,
yani metro, bizim en eğlenceli oyuncağımız olmuştu. Kaybolmaya mahkum olduğunuz
bu metroda, birçok İngiliz ile sohbet etmiş, Türkiye’yi anlatmıştık uzun yollar
boyunca. Kimi zaman yorgunluktan uyuklamış, kimi zaman da bırakılan gazeteleri
okumuştuk. Ne var ki, gazeteler çok sıkıcı gelmişti Türkiye’nin hergün değişen
haberlerinden sonra..
Uzun
yollar katederek gittiğimiz her yer çok güzeldi ve her gezimiz de çok
eğlenceliydi. Tarihi yansıtan eski binalar insanı büyülüyor ve oyuncak
arabalara benzeyen şirin kırmızı otobüsler ve kırmızı telefon kulübeleri Londra
sokaklarını renklendiriyordu. Ülkemizde duymaya alıştığımız ezan seslerinden
sonra, “Trafalgar Square” gibi ünlü meydanlarda duyduğumuz çan sesleri,
tanımlayamadığım bir mutluluk veriyordu insana. İndirim diye bağıran
mağazaların ise Türkiye’den pek bir farkı yoktu. Hatta, mağazalarının zevksiz
olduklarını söylemek yanlış olmazdı. İngiltere’nin en büyük mağazaları olan
“Harrods” ve “Miss. Selfridge” turistlerin ve tabii bizim de ilgi odağımız
olmuştu. Şort ve uygunsuz kıyafet giymiş olan insanlar mağazaya alınmıyor ve
birçok insan sırf Harrods’tan bir şeyler almış olmak için gereksiz şeylere
tonlarca para harcıyordu. Bizler de, Harrods dışındaki birçok mağazanın
indiriminden yararlanmış, dönüşte bavulumuzu zor kapatmıştık. Alışveriş
merakımızın Türkler’in kanında olduğunu söylemişti annem bir keresinde...
Bu bir
aylık kamp süresince, “Madame Tussaud”, “National Art Gallery” ve “Natural
History Museum” gibi birçok müzeye gitmiş, ilginç şeyler görmüştük. Madam
Tussaud müzesindeki mumyalar ile fotoğraf çektirmiş, ünlü ressamların
resimlerini incelemiş ve bilim tarihini öğrenmiştik. Ünlü Victoria Tiyatrosunda
müzikal izlemeye gitmiş, yarısında yorgunluktan uyumuş olmama rağmen çok
eğlenmiştim. Ayrıca, Londra’nın tek ve muhteşem lunaparkı “Chessington”da
başımız dönünceye kadar aletlere bindiğimiz hiç unutamam.
Bu
gezdiğimiz yerlerin bana göre en güzeli, “Coventgarden” adlı çok ünlü bir
meydandı. Bu meydanın özelliği, geçimlerini sağlayabilmek için, birçok insanın
hiç hareket etmeden, heykel gibi saatlerce durmaları; bir kısmının ufak
skeçlerle insanları güldürmeleri ve bir kısmının da uzak doğunun mistik
müziklerini çalmasıydı. Bizler de, bu insanları seyrederken zamanın nasıl
geçtiğini anlamıyor ve durmadan fotoğraf çekiyorduk. Ayrıca, Coventgarden’ın
bir başka özelliği ise yakınında sabun fabrikasının bulunmasıydı. Fabrikadan
içeri girdiğinizde, adeta nefes almak zorlaşıyor ve biribirinden farklı kokular
insanın başını döndürüyordu. Hayatımda, hiç bu kadar ilginç bir yer
görmemiştim!
Bu üç
buçuk hafta süresince elimizden geldiğince gezmiş ve çok farklı yerler
görmüştük. Gezip gördüğümüz bu yerler belki Londra’nın yarısını bile
oluşturmuyordu ama, Türkiye’ye dopdolu, öğrendiklerimizi, gezdiğimiz gördüğümüz
yerleri, edindiğimiz deneyimleri; ailemize, arkadaşlarımıza anlatma heyecanıyla
dönmüştük. Bir dahaki sefere, keşfedemediğimiz yerleri keşfedebilme ümidiyle…
AVRUPA’DA TÜRK OLMAK
O gün hayatımda ilk kez
çok farklı bir duyguyu tatmıştım. Hepimiz, gün boyu koşuşturmanın sonunda
yorgunduk belki ama; içimiz kıpır kıpır, sevinç doluydu, umut doluydu. Türk
gecesi için, büyük bir hevesle astığımız Türk bayraklarını yeniden görmek,
içimi ürpertmişti. Kimimiz, hiç kimsenin tadına doyamadığı Antep fıstıkları ve
rengarenk lokumları kampüsteki diğer ülkelerden gelen arkadaşlarımıza ve
hocalarımıza ikram ediyor; kimimizse belki de bizi çoğu kez koruduğuna
inandırılmış olduğumuz ve o akşam verilmeyi bekleyen nazar boncuklarıyla dolu
masayı gözetliyor ve insanlara, nazar boncuğunun bizim için olan önemini
anlatıyordu. Bunlardan en güzeli ise, sanki yeni birşey keşfetmiş çocuklar
gibi, yabancı dostlarımızın Türkiye hakkındaki sorularını dinlemek, verdiğimiz
cevaplara şaşkın bakışlarını seyretmekti. Onları, İstanbul’un, Antalya’nın
broşürleriyle yalnız bıraktığımızda, konuşmalarındaki hayranlık, bize ilk defa
gururu yaşatmıştı belkide, Türk olmanın gururunu...
Türk Gecesi’nin en iyi
şekilde geçmesi için uğraşmış ve hiç kimsenin unutamayacağı bir gün
geçirmiştik. Her gün birçok eleştiriye maruz kalan, önyargıyla yaklaşılan
Türkiyemizi anlatmıştık Avrupalılar’a... Belki bizler de onlar gibi önyargıyla
yaklaşmıştık Türkiye hakkında; ama o gece, bizimle birlikte bulunan 60 kişi
gibi bizim de düşüncelerimiz değişmiş, değerini anlamıştık ülkemizin,
yaşadığımız yerlerin... Çoğu insanın bahsettiği ancak anlayamadığımız vatan
özlemini tatmıştık ilk kez...
Pek farkında olmasak da,
dilimizden düşmemişti Türkiye hiçbir gün. Hele de İngilizler’in bizim ağız
tadımıza uymayan yemeklerinden sonra, daha bir değerlenmişti gözümüzde
anneannemizin yemekleri, mantılar, Türk kebabı. Güneşi özlemiştik, hergün yağan
yağmurdan sonra. Nefret dolu bakışlarımızla cevap vermiştik; Türkiye aleyhine
pankart açanlara...
Avrupa’daki Türklerdik, Avrupa’da ve Avrupa’lı
Türkler…
ÇAĞDAŞLIĞIN SİMGESİ
Yabancı bir ülkeye gitmenin en keyifli yanı o ülkenin kültürünü ve insanlarını
keşfetmek, ortamlarına alışmaya çalışmak ve yeni tadlar tatmaktır. İngiltere,
Avrupa’nın en ters ülkesi olarak bilinmesine rağmen, turistlere karşı çok sıcak
bir yerdi. Sağdan giden trafiği, kırmızı otobüsleri ve kırmızı telefon
kulübeleri, tarihi eserleri, müzeleri, kara bulutları seven iklimi, ilginç
yemek tarzları ve kimi zaman gerektiğinden de fazla kibar olan, bebek mavisi
gözlü insanları; İngiltere’yi kendine özgü ve eşsiz kılıyordu. Kurallarının ve
yasalarının katı olmasına rağmen; insan, eksiksiz yürüyen bu düzen karşısında
büyüleniyor ve en önemlisi insanların biribirlerine karşı olan saygısı,
çağdaşlığın en güzel örneğini oluşturuyordu.
İngiltere, bana heyecan, şaşkınlık, mutluluk ve gurur gibi birçok farklı
duyguyu yaşatmış ve çok değişik olan kurallarıyla yaşamayı ve kendi başıma
ayakta durmayı öğretmişti. Londra’daki havaalanına iner inmez, grup liderimiz
Deniz Abla, hemen kuralları anlatmaya başlamış ve bağırarak konuşmamamızı;
gümrük memuruna karşı ciddi davranarak, soracağı soruları uygun bir şekilde
cevaplamamızı öğütlemişti. Gümrük memuru öylesine ciddiydi ki, kendimi tarih
sözlüsünde gibi hissetmiştim. Sabah kalktığımızda ise, kampüsün iki müdürü
bizleri sınıflarımızda karşılamış ve kendilerini tanıttıktan sonra, gene
birtakım kuralları daha karşımıza çıkarmışlardı. İlginç olan ise, kurallarının,
Ankara’daki okulumuz TED’dekilerden çok farklı olmasıydı. “Baklavalı çorap
giyme, küpe-kolye-bilezik takma, lacivert dışında kazak giyme” gibi sözlerin
yerine; “Kampüs içinde uyuşturucu kullanmanız yasak, on altı yaşından
küçükseniz sigara içmeniz yasak, kampüsten şehre izinsiz inmeyin, on sekiz yaş
altıysanız içki satın almaya çalışmayın; çünkü cezası büyük!” gibi uyarıları
işitmek bizi oldukça şaşırtmıştı. Bu
kuralların yanında, kampüs içindeki alışkanlıklar da çok farklıydı. Yurtlarda
kızlar ve erkekler aynı tuvaleti ve aynı duşları kullanıyorlardı. Bu duruma üç
hafta içinde çok zor alışmıştık; çünkü sabah kalkıp pijamalarla tuvalete
gittiğimizde, birkaç yabancı oğlanın yüzlerini yıkıyor olduğunu görmek, bizlere
birazcık ters düşüyordu. Dünyanın farklı yerlerinden gelmiş birçok insanla,
aynı çatı altında ve hep birlikteydik. Bu bizim için çok güzel bir deneyimdi ve
farklı kültürlerden, farklı ırklardan, farklı ülkelerden gelsek de her birimiz,
bütün öğrenciler aynıydık aslında. Bu bir ay süresince edindiğimiz arkadaşlıklar, bize değişik
kültürleri tattırmış ve değişik ortamları tanıma fırsatı vermişti. Kampüste
geçirdiğimiz en keyifli anlar ise, kahvaltı ve akşam yemeği ile akşam saat
dokuzda yapılan aktivitelerdi. Kampüsteki bütün öğrenciler, akşamleyin saat
yedide yemekhanede toplanıyor ve çok güzel bir sohbet ortamı oluşturuyorduk. Tek sorunumuz, yemeklerin
neredeyse her gün aynı olmasıydı. Değişmeyen bu menüde, tavuk ve patatesin
değişik sergileniş biçimleriyle karşılaşıyorduk, ama yine de hiç aç kalmamıştık
ve Türkiye’de beğenmeyerek, seçtiğimiz yemekleri güzelce yemiştik. Bu durum,
Türkiye’ye dönünce yaklaşık bir ay tavuk ve patates yemememe neden oldu. Ayrıca
anneannem bana her, “Reçel ye Ezgicim, çok yararlı” dediğinde, ona sert bir
direnişle karşı çıkar ve “Asla anneanne!” derdim; ancak İngiltere’de bir ay
boyunca her sabah reçelli ekmek yemiştim, aç kalmamak için. Türkiye’ye dönünce
bu duruma en çok gülen anneanem olmuştu ve ben de kendime çok güzel bir ders
çıkarmıştım: Asla, asla deme...
İngiltere’nin bir başka özelliği de, dükkanlarının beşte kapanıyor
olmasıydı. Türkiye’nin gece 10’a kadar açık olan ve ışıklarıyla tüm caddeyi
aydınlatan dükkanlarından, alışveriş merkezlerinden sonra; erken kapanan
dükkanlar, çoğu zaman bizi zor durumda bırakmış; büyük bir hevesle girdiğimiz
alışveriş merkezlerinden gerisin geri dışarı çıkmak zorunda kalmıştık. “Soğuk
insanlar” olarak anılan İngilizler’in ise birçoğunu çok sıcak bulmuştum. Dükkan
sahibinden tutun, metrodaki gişe görevlisine, sokakta adres sorduğumuz
insanlara kadar herkes çok nazik, yardımsever ve güleryüzlüydü. Derslere giren
İngiliz hocalarımız, bize İngilizler’i ve İngiltere’nin niçin bu kadar ters
olduğunu açıklayan birçok ilginç hikayeler anlatmışlardı. İngiltere’nin bu
terslikleri çoğu zaman hoşuma gitmişti; ama beni en çok üzen güneşi
görememekti. Türkiye’de her gün görmeye alışık olduğumuz güneşin aksine,
sürekli kara bulutları görmek; itiraf etmeliyim ki insanı çok mutsuz edebiliyordu.
İngiltere’de Türkiye dilimden düşmemişti; Türkiye’de de İngiltere.
Döndüğümüz günden itibaren, durmadan orada yaptıklarımızı, edindiğimiz
arkadaşlıkları, şehrin güzelliğini ve özelliklerini anlatmıştım aileme,
arkadaşlarıma. Güzel bir ülke, medeni insanlar, farklı bir kültürdeki bu ilk
yalnız deneyim hayatım boyunca unutamayacağım bir anıyı oluşturuyordu...
ÇOCUKLUĞUMA
DÖNERKEN
15 yaşıma gelmiş olsam da kardeşimle oturup çizgi film seyretmeyi ve
kahkalarla gülmeyi hiçbir şeye değişmem. Odam bile çizgi film karakterlerinin
eşyalarıyla doludur ve her biri de benim için çok değerlidir. Annem çoğu kez,
benim hiç bir zaman büyüyemeyeceğimi ve çocuk olarak kalacağımı söyler. Aslında
çocuk olmayı, çocuk kalmayı tercih ederdim; yaptığım yanlışların kolay
affedilmesini, sadece güzelliklerin ve masumiyetin yer aldığı, oyuncaklarımla
dolu bir dünya içinde olmayı. Gerçi insan çocukken de o dönemin değerini
bilemiyor, sürekli bir büyüme telaşı ve arzusu içinde oluyor, ama çocuk olmak
sadece o yaşta, o çağda olunabilecek bir şey değildir. İnsan istediği zaman
çocuktur ve herkesin içinde gizlediği bir çocuk vardır mutlaka...
Paris’e varışımızın ertesi günü, sabahleyin erkenden otobüsümüze binmiş,
Eurodisney’in yolunu tutmuştuk. Yolda içim kıpır kıpırdı ve yerimde
duramıyordum. Walt Disney kahramanlarının, büyük şatosunu görünce nefesim
kesilmişti. O kadar büyülü ve görkemli duruyordu ki hayran olmamak elde
değildi. Bir an önce biletlerimizi ve bu büyük hayal şehrinde kaybolmamak için
haritalarımızı aldık. Grup liderimiz Deniz Abla’nın talimatlarından ve buluşma
yerinin kararlaştırılmasından sonra gruplara ayrılıp dolaşmaya başladık. İlk
durağımız, heyecanla binmeyi beklediğimiz “Rollercoaster” (hızlı ve kimi zaman
da baş aşağı giden tren) oldu. Yarım saat bekledikten sonra trene binebildik ve
macera dolu, kimi zaman da korkutucu dakikaların arkasından tekrar yere
basmanın mutluluğunu yaşadık. Halimiz çok komikti; çünkü herkesin başı dönüyor
ve sarhoşlar gibi yalpalayarak yürüyorduk. Bunun gibi birkaç korkutucu ve
adrenalini arttıran aletlere bindikten sonra, mola verip bir şeyler atıştırmaya
karar verdik. Girdiğimiz pizza restoranında, tabaklar, çatallar, peçeteler ve
kamışlar Mickey Mouse’un kulakları şeklindeydi ve çok hoşuma gitmişti. Yemekten
sonra daha sakin bir şeyler yapmaya karar verdik ve “Pamuk Prenses ve 7
Cüceler”’deki cücelerin evini, “Peter Pan”’ın evini ve büyük şatonun içini
gezdik. O kadar güzel tasarlanmış ve yapılmış yerlerdi ki, insan kendini
masalın içinde hissediyordu. Yanımızdan geçen insanların “Eurodisney” yazan
torbalarını görünce alışveriş yapmadığımız aklımıza geldi ve heyecanla
dükkanların bulunduğu sokağa doğru koştuk. Bir yandan kendimiz için alışveriş
yapıyor, bir yandan da Türkiye’deki yakınlarımıza ufak tefek hediyeler bakıyorduk.
Biz alışveriş telaşına dalmışken hava kararmaya başlamıştı ve böylece birkaç
yeri daha dolaşıp, vakit kaybetmeden buluşma yerine doğru yola çıktık. Buluşma
yerine geldiğimizde herkesin hararetle birbirine gününü anlattığını ve
aldıkları eşyaları gösterdiklerini gördüm. Herkes çok mutlu gözüküyordu.
Aslında asıl eğlence şimdi başlıyordu. “Buffalo Bill” gösterisi ve aynı zamanda
akşam yemeği için biletlerimiz alınmıştı. Biz de yerlerimizi almak için içeri
girdik ve kapıda kovboy şapkalarımız dağıtıldı. Salonda farklı yerlerde,
herkesin başında kovboy şapkaları olduğunu gördüm ve herkesin şapkası farklı
renkteydi. Bunun bir yarışma için olduğunu sonradan anladık. Gösteriyle
birlikte yemek servisi de başlamıştı. Gösterinin konusu “Vahşi Batı”ydı ve
inanılmaz şovlar yaptılar. Yemekler ise hayatımda tattığım en güzel ve en
lezzetli yemeklerdi. Gösteri bittiğinde hala etkisinden kurtulamamış; başımızda
şapkalar, bağıra bağıra Türkçe şarkılar söyleyerek otoparka doğru yürümeye
başlamıştık. Çevremizdeki insanlar bizi şaşkınlıkla seyrediyor ve her şarkıyı
bitirdiğimizde bizleri alkışlıyorlardı. Şarkı söylemeye otobüste de yol boyu
devam ettik. Türkiye’de yabancı müzik dışında müzik dinlemememize rağmen, bir
saat boyunca durmadan en güzel Türkçe şarkıları, güzel seslerimizle (!)
söylemiştik. Sıla özlemi baş göstermeye başlamış ve çok güzel geçirdiğimiz bu
günün üstüne gözlerimizden yaşlar akmaya başladı. Otele geldiğimizde, çok uzun
süre uyuyamadık ve birbirimiz telefonlarını, adreslerini alıp, geçirdiğimiz
güzel günlerin anısını tazeledik.
Bir ayın güzel macerası sona ermiş, kendimi rüyadan uyanmış gibi
hissediyordum. Ertesi gün Esenboğa Havaalanında alkışlarla karşılandık.
Başımızda yine kovboy şapkalarımız, sırtımızda da bir ay hiç çıkarmadığımız
sırt çantalarımız vardı. Hayatımda hiç bu kadar farklı bir duyguyu tattığımı
hatırlamıyorum. Babam, annem, kardeşim bana doğru koştular ve uzun uzun
sarıldık, beni görünce hepsinin gözleri parlamıştı. O an kendimi dünyadaki en
mutlu insan olarak hissettim.
RÜYALARIMIN ŞEHRİNDE
Avrupa’nın ve dünyanın gözbebeği,
modacıların cenneti, aşıkların başkenti, Rönesans devriminin öncesi ve
rüyalarımın şehri Paris. Tarihi devrimin, güzelliklerin ve aşkın kenarlarını
oluşturduğu bir üçgen; pembe bulutların üzerinde uçan bir şehir; insanın içini
kıpır kıpır yapan bir duygu Paris. Bir şehir ki, ince işlenmiş bir tarihi eser
edasıyla, güneş gibi ışıl ışıl ve güneş gibi gülümseyen...
Paris’e gideceğimiz için çok
mutluydum. Üç gün kalacak olsak da, oraya gidecek olmamız, küçüklüğümden beri
hayallerimin ve rüyalarımın bir parçası olan bu şehri yakından görme fikri beni
heyecanlandırıyordu. Grup liderimiz Deniz Abla, erken yatmamızı, çünkü, sabah
04.30’da kalkıp 05.30’da hareket edeceğimizi söylemişti. Güneş doğmadan yola
çıkmak her zaman hoşuma gitmiştir ve doğal olarak yerimde duramıyordum. Erken
yatmak bir yana, heyecandan uyuyamayacaktım da.
Ertesi gün en erken uyanan ben
oldum. Saatim çalar çalmaz yataktan fırladım ve oda arkadaşım Gizem’i
uyandırmaya çalıştım. Bu herkes için ilginç bir manzaraydı; çünkü normal
günlerde saati duymayan ben Gizem’i çoğu kez canından bezdirmiştim. Gizem’i
bırakıp koridorda deli gibi koşmaya ve kapılara vurmaya başladım. “Uyanın
millet, Paris beklemez!”. Herkes kahkahalar
atarak kapısını açtı ve hazırlanmaya başladık. Hareket vakti geldiğinde
içimizdeki heyecan yerini burukluğa bıraktı. Tüm güzellikleri ve sıcak
ortamıyla bir ay geçirmiş, birçok ilki bu kampüste yaşamıştık. Gizemle odamıza
son kez bakıp, kapıyı kitleyerek dışarı çıktık. Bütün hocalarımız bizi
uğurlamaya gelmişti. Hepsiyle teker teker vedalaştık ve bizi Fransa’ya
götürecek otobüse bindik. Camdan el sallama merasiminden hep nefret etmişimdir.
Yine gözlerim buğulandı; ama bu sefer göz yaşlarıma yenik düşmedim. Yola
çıktığımızda, son kez baktım Londra’nın yeşil sokaklarına. İçimden dua ettim,
bu güzellikleri bir daha görebilme umuduyla.
Daha sonra, Eurostar’a binmek için
tren istasyonuna geldik. Burada otobüsle trene biniliyor ve birkaç saat sonra
“Francé” yazısıyla karşılaşıyorsunuz. Yemek yemek için mola verdiğimizde, dil
problemiyle karşı karşıya kaldık. Garsonun İngilizce bilmemesi hepimizi
hayretlere düşürmüştü; ama daha sonradan, Fransa’da çoğu insanın İngilizce
bilmediğini öğrenecektik, şaşırarak. Tekrar otobüse doluşup Paris’in yolunu tuttuk.
Şehre girdiğimiz ilk andan itibaren, otobüste varlığını daha önce görmediğim
rehberimiz, mikrofonu eline alıp sırayla her geçtiğimiz yerin özelliklerini
anlatmaya başladı. Zafer Tagı, Eifel Kulesi, Seine Nehri, Lady Diana’nın öldüğü
tünel, en eski opera binası, milenyum çarkı ve ressamlar tepesinin yakınından
geçerek, bir sürü fotoğraf çektik. Daha sonra otele vardığımızda Deniz Abla, “Gençler iki buçuk saat dinlenme molası
veriyoruz, daha sonradan bu güzel şehri keşfe çıkacağız!” diyerek meşhur duyurularından
birini yaptı.
Saat
dörtte hepimiz, otelin kapısı önünde toplanmıştık. Yemek için dünyaca ünlü
“Hard Rock Café Paris” seçilmişti. Burada, The Beatles gibi dünyaca ünlü
müzisyenlerin eşyaları vitrinlerde sergileniyor ve “Rock” müziğinin en güzel
parçaları çalıyordu. Bir çeşit müzeydi aslında burası ve çok hoşumuza gitmişti.
Etrafı biraz daha incelemek istediysek de, Seine Nehri turuna geç kalmamak
için, yemeklerimizi yiyip, Hard Rock Café’den erken ayrılmak zorunda kaldık.
Limana geldiğimizde, güneş batmak üzereydi ve havada çok tatlı bir esinti
vardı. Deniz Abla teker teker biletlerimizi dağıttı ve vapura bindik. Ben
dışarıda oturmak için o kadar ısrar ettim ki, hepimiz elimizde fotoğraf
makinalarıyla dışarı çıktık ve tur başladı. Vapurda bulunan rehber, çevreyi
tanıtmaya başladı. Herbirinin özel bir anlamı olan 22 köprünün altından geçtik
ve bunlardan en eskisinin “Pont Neuf” olduğu vurgulandı. Ayrıca dünyaca ünlü ve
efsanesi birçok filme, operaya konu olmuş, Notre Dame Kilisesi’nin yakınından geçtik,
itiraf etmeliyim ki kilisenin muhteşem bir görüntüsü vardı. Camlarındaki
vitrayları daha önce hiçbir yerde görmemiştim. Biz, bir yandan çevremizi
inceleyip bir yandan fotoğraf çekerken; nehrin kıyısında oturan Fransız
aşıklara da el sallamayı ihmal etmiyorduk. Çok ilginç bir görüntümüz olduğuna
hiç şüphem yoktu doğrusu.
Limana geri
döndüğümüzde, hepimizin üzerinde bir yorgunluk vardı ve otobüste hepimiz
uyuyorduk. Otele vardığımızda herkes bir an evvel odasına çekildi. Ne de olsa
ertesi gün dopdolu bir program bizi bekliyordu. Gizem banyoya girmiş; ben de
pencereyi açmış dışarıyı seyrediyordum. Bir ara farkında olmadan en yüksek ses
tonumla Gizem’e seslendim. Gizem neye uğradığını şaşırarak banyodan çıkıp hemen
yanıma geldi. Ona, milyonlarca yıldızın parladığı gökyüzünü gösterdim. İkimizde
bir süre hayran hayran gökyüzünü seyrettik. O kadar muhteşem ve büyülü
duruyordu ki, konuşursam hepsinin yok olacağını düşünüyordum. Gökyüzü her yerde
güzel, her yerde büyülüydü. Hayallerimizi saklayan en sadık dost olarak...
T.E.D. Ankara Koleji
Lise Kısmı
EXTENDED ESSAY
ANI YAZISI:
KÜLTÜRE DOĞRU YOLCULUK
28
Mayıs 2001
Ezgi Talı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder