Sultan II. Abdülhamid Han
Sultân Abdülhamid Hân,
Osmanlı Padişahları arasında en uzun süre tahtta kalanlardan biridir; Osmanlı
Devleti’ni yakından ilgilendiren çok önemli olayların saltanatında meydana
geldiği nadir padişahlardandır ve en önemlisi de hakkında en çok eser bulunan
bir devlet adamıdır. Bir iki sayfada onun şahsiyetini ve devrindeki olayları
özetlemek mümkün değildir.Bu sebeple sadece bazı olayların ana hatlarını
vermeye çalışacağız.
II. Abdülhamid, I. Abdülmecid’in 4. Kadınefendisi olan Çerkez asıllı Tîr-i Müjgan Kadınefendi’den Çırağan Sarayında Eylül 1842 yılında dünyaya gelen oğludur. 10 yaşında annesini kaybeden Abdülhamid, manevi annesi Başikbal Perestû Hanımefendi’nin terbiyesi altında büyümüştür. 28 yıl II. Abdülhamid’in vâlide sultânlığını ifa etmiştir. Milletin Sultân Hamid dediği II. Sultân Abdülhamid, şehzâdeliğinin ilk günlerinde musiki dersleri almış; 1850’den itibaren devrinin âlimlerinden hat, Arapça, Farsça, Osmanlı Edebiyâtı ve diğer İslâmi İlimleri ders almıştır. Özellikle hadisden Buhari okuyan Abdülhamid, devrin Maârif Bakanından politika ve iktisad, Vak’anüvis Lütfi Efendi’den Osmanlı Tarihi derslerini dinlemiştir. Kendinden önceki padişahlardan farklı olarak, Şâzelî tarikatına intisap eden Abdülhamid, 1879’dan itibaren Kadiri tarikatının derslerini almaya başlamış ve ömrünün sonlarına doğru Nakşibendi tarikatına da intisap eylemiştir. Bu bir kaç satırlık bilgiden anlaşılacağı üzere, Sultan Abdülhamid Han, bütün hayatını tam bir İslâm âlimi ve siyâset ve devlet adamı olmaya vermiştir. Amcası Abdülaziz zamanında ziyâretlerde ve seyahatlerde bulunan Abdülhamid, Fransız İmparatoriçesi, Avusturya Kralı, Prusya Veliahdı, Galler Prensi, Fransa Prensi, Şeyh Şâmil ve Emir Abdülkadir gibi, batılı ve doğulu devlet adamlarıyla tanışmış ve onlardan istifade etmesini bilmiştir. Babasının tabiriyle kuşkulu ve sükûtî oğul olan Abdülhamid, kurulduğu yıl Yeni Osmanlılar Cemiyetine girmiş ve ancak gayelerinin bozuk olduğunu anlayınca ayrılmıştır. Hayat tarzı itibariyle Sultân Abdülaziz’e benzeyen, şarklı, tam bir Müslüman, tam bir Osmanlı ve tam bir Müslüman Türk olan Abdülhamid Han, takvâ ve dindarlığı sebebiyle halk arasında veliyyullah olarak bilinmiştir. Dedesi II. Mahmûd’a ve Reşid Paşa’ya hayran olduğu ifade edilen II. Abdülhamid, babası I. Abdülmecid ile ağabeyi Murad’ın alafranga hayatının devlete ve millete zarar verdiğine inanıyordu. 31 Ağustos 1876’da, akıl hastası olan V. Murad’ın yerine, Midhat Paşa ve Mütercim Rüşdü Paşa’yı ikna ederek Osmanlı tahtına oturan II. Abdülhamid, dış ve iç düşmanların bütün gayretlerine rağmen, 27 Nisan 1909 yılına kadar Osmanlı tahtında oturmayı başarmıştır.
II. Abdülhamid’in saltanat yıllarını ikiye ayırmak ve meseleleri ona göre değerlendirmek şarttır:
BİRİNCİ SALTANAT DEVRİ (31.8.1876-13.2.1878); MİDHAT PAŞA VE EKİBİNİN İDAREYİ ELİNDE TUTTUĞU ÇÖKÜŞ YILLARI:
II. Abdülhamid, I. Abdülmecid’in 4. Kadınefendisi olan Çerkez asıllı Tîr-i Müjgan Kadınefendi’den Çırağan Sarayında Eylül 1842 yılında dünyaya gelen oğludur. 10 yaşında annesini kaybeden Abdülhamid, manevi annesi Başikbal Perestû Hanımefendi’nin terbiyesi altında büyümüştür. 28 yıl II. Abdülhamid’in vâlide sultânlığını ifa etmiştir. Milletin Sultân Hamid dediği II. Sultân Abdülhamid, şehzâdeliğinin ilk günlerinde musiki dersleri almış; 1850’den itibaren devrinin âlimlerinden hat, Arapça, Farsça, Osmanlı Edebiyâtı ve diğer İslâmi İlimleri ders almıştır. Özellikle hadisden Buhari okuyan Abdülhamid, devrin Maârif Bakanından politika ve iktisad, Vak’anüvis Lütfi Efendi’den Osmanlı Tarihi derslerini dinlemiştir. Kendinden önceki padişahlardan farklı olarak, Şâzelî tarikatına intisap eden Abdülhamid, 1879’dan itibaren Kadiri tarikatının derslerini almaya başlamış ve ömrünün sonlarına doğru Nakşibendi tarikatına da intisap eylemiştir. Bu bir kaç satırlık bilgiden anlaşılacağı üzere, Sultan Abdülhamid Han, bütün hayatını tam bir İslâm âlimi ve siyâset ve devlet adamı olmaya vermiştir. Amcası Abdülaziz zamanında ziyâretlerde ve seyahatlerde bulunan Abdülhamid, Fransız İmparatoriçesi, Avusturya Kralı, Prusya Veliahdı, Galler Prensi, Fransa Prensi, Şeyh Şâmil ve Emir Abdülkadir gibi, batılı ve doğulu devlet adamlarıyla tanışmış ve onlardan istifade etmesini bilmiştir. Babasının tabiriyle kuşkulu ve sükûtî oğul olan Abdülhamid, kurulduğu yıl Yeni Osmanlılar Cemiyetine girmiş ve ancak gayelerinin bozuk olduğunu anlayınca ayrılmıştır. Hayat tarzı itibariyle Sultân Abdülaziz’e benzeyen, şarklı, tam bir Müslüman, tam bir Osmanlı ve tam bir Müslüman Türk olan Abdülhamid Han, takvâ ve dindarlığı sebebiyle halk arasında veliyyullah olarak bilinmiştir. Dedesi II. Mahmûd’a ve Reşid Paşa’ya hayran olduğu ifade edilen II. Abdülhamid, babası I. Abdülmecid ile ağabeyi Murad’ın alafranga hayatının devlete ve millete zarar verdiğine inanıyordu. 31 Ağustos 1876’da, akıl hastası olan V. Murad’ın yerine, Midhat Paşa ve Mütercim Rüşdü Paşa’yı ikna ederek Osmanlı tahtına oturan II. Abdülhamid, dış ve iç düşmanların bütün gayretlerine rağmen, 27 Nisan 1909 yılına kadar Osmanlı tahtında oturmayı başarmıştır.
II. Abdülhamid’in saltanat yıllarını ikiye ayırmak ve meseleleri ona göre değerlendirmek şarttır:
BİRİNCİ SALTANAT DEVRİ (31.8.1876-13.2.1878); MİDHAT PAŞA VE EKİBİNİN İDAREYİ ELİNDE TUTTUĞU ÇÖKÜŞ YILLARI:
II. Abdülhamid, Midhat
Paşa ve ekibini taltif ederek tahta çıkmış ve maalesef Meclis-i Mebusan’ın kapatıldığı Şubat 1878’e kadar da, idarede
hep onların sözleri geçerli olmuştur. Neticede bu bir buçuk yıl kadar zaman,
Osmanlı Devleti’nin çöküş ve hatta yıkılış yılları olmuştur. Rus askerlerinin
Yeşilköy’e kadar geldiği bu acılı günlerin faturasını II. Abdülhamid’e yüklemek
çok büyük hata olacaktır. Bu devrenin en önemli olaylarını şöylece özetlemek
mümkündür:
Midhat Paşa ve Rüşdi Paşa’ların meşrutiyetle alakalı şartlarını kabul ederek II. Sultân Abdülhamid Hân ünvanını alan Sultân Abdülhamid, Aralık 1876’da Midhat Paşa’nın entrikalarından bıkarak istifa eden Rüşdi Paşa’nın yerine Midhat Paşa’yı sadrazamlığa getirdi. Osmanlı Devleti tam bir isyan ülkesi haline gelmiş ve bu durum açık denizlere girmek isteyen Rusya’nın iştahını açmış olmasından dolayı, Düvel-i Muazzama, İstanbul’da Tersane Konferansını tertip etmişlerdir. İngiliz baş mürahhası ve Türk dostu olan Lord Salisbury ısrarla Rus-Osmanlı savaşına taraftar olmadıklarını söylemesine ve Rus Çarı II. Aleksandr da, barışçı bir tavır izlemesine rağmen, Midhat Paşa, padişahla münakaşayı bile nazara alarak Rusya’ya harp ilan edilmesini savunmuştur. Midhat Paşa ile aynı fikirde olanlar, sadece Rusya’daki Panslavistlerdi.
Böyle bir dönemde, Osmanlı Devleti Midhat Paşa ve ekibinin ısrarıyla, 23 Aralık 1876 tarihinde I. Meşrutiyet’i (Taclı Meşrutiyet veya 93 Meşrûtiyeti de denmektedir) ilan etti ve temel itibariyle 1960 yılına kadar yürürlükte kalacak olan ilk yazılı Anayasasını yani Kanun-ı Esâsî’yi ilan etti. Bundan cesaret alan, Midhat Paşa ve ekibi, ordunun harp istediğini, Rusya’nın yenileceğini ve İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin yanında harbe katılacağını iddia ederek, harp ilanına karşı olanları vatan hâini ilan ettiler. II. Abdülhamid bunlardan hiç birini kabul etmiyordu ve ancak çaresizdi. Harp tekliflerini incelemek üzere Ocak 1877’de toplanan Meclis-i Meb’usân’ın 240 üyesinden 60’ı gayr-i müslim idi. Karar, harp ilanının lehine çıktı ve Osmanlı Devleti’ni yıkılışa götüren bu karar, Rusya ile Osmanlı Devleti’nin başbaşa kalmasına sebep oldu. Memleketin felakete gittiğini gören II. Abdülhamid, Midhat Paşa’yı Şubat 1877’de azletti ve sürgün etti. Bu arada Düvel-i Muazzama, evvela büyükelçilerini İstanbul’dan çektiler ve sonra da Mart 1877’de Londra Protokolünü imzaladılar. Tersane Konferansından daha hafif teklifler ihtiva eden bu konferansı, Rus Çarı kabul etti ve sadece harp isteyen aşırı milliyetçileri teskin için Karadağ’a Nikşi Kazasının bırakılmasını istedi. Bunu Kanun-ı Esâsi’ye aykırı bularak reddeden Bâb-ı Âli, Nisan 1877’de büyük Rus-Osmanlı Savaşının yani halkın ifadesiyle 93 Harbi’nin başlamasına yol açtı. Fiilen Haziran 1877’de başlayan bu harb Ocak 1878’de Osmanlı Devleti’nin her şeyini kaybetmesiyle sonuçlandı. 93 felâketi, Şubat 1878’de Meclis-i Meb’ûsân’ın kapatılmasını ve II. Abdülhamid’in ikinci saltanat devresinin başlamasını netice verdi. Tarihçilere göre bu bir buçuk yıllık devreden II. Abdülhamid sorumlu değildi.
Midhat Paşa ve Rüşdi Paşa’ların meşrutiyetle alakalı şartlarını kabul ederek II. Sultân Abdülhamid Hân ünvanını alan Sultân Abdülhamid, Aralık 1876’da Midhat Paşa’nın entrikalarından bıkarak istifa eden Rüşdi Paşa’nın yerine Midhat Paşa’yı sadrazamlığa getirdi. Osmanlı Devleti tam bir isyan ülkesi haline gelmiş ve bu durum açık denizlere girmek isteyen Rusya’nın iştahını açmış olmasından dolayı, Düvel-i Muazzama, İstanbul’da Tersane Konferansını tertip etmişlerdir. İngiliz baş mürahhası ve Türk dostu olan Lord Salisbury ısrarla Rus-Osmanlı savaşına taraftar olmadıklarını söylemesine ve Rus Çarı II. Aleksandr da, barışçı bir tavır izlemesine rağmen, Midhat Paşa, padişahla münakaşayı bile nazara alarak Rusya’ya harp ilan edilmesini savunmuştur. Midhat Paşa ile aynı fikirde olanlar, sadece Rusya’daki Panslavistlerdi.
Böyle bir dönemde, Osmanlı Devleti Midhat Paşa ve ekibinin ısrarıyla, 23 Aralık 1876 tarihinde I. Meşrutiyet’i (Taclı Meşrutiyet veya 93 Meşrûtiyeti de denmektedir) ilan etti ve temel itibariyle 1960 yılına kadar yürürlükte kalacak olan ilk yazılı Anayasasını yani Kanun-ı Esâsî’yi ilan etti. Bundan cesaret alan, Midhat Paşa ve ekibi, ordunun harp istediğini, Rusya’nın yenileceğini ve İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin yanında harbe katılacağını iddia ederek, harp ilanına karşı olanları vatan hâini ilan ettiler. II. Abdülhamid bunlardan hiç birini kabul etmiyordu ve ancak çaresizdi. Harp tekliflerini incelemek üzere Ocak 1877’de toplanan Meclis-i Meb’usân’ın 240 üyesinden 60’ı gayr-i müslim idi. Karar, harp ilanının lehine çıktı ve Osmanlı Devleti’ni yıkılışa götüren bu karar, Rusya ile Osmanlı Devleti’nin başbaşa kalmasına sebep oldu. Memleketin felakete gittiğini gören II. Abdülhamid, Midhat Paşa’yı Şubat 1877’de azletti ve sürgün etti. Bu arada Düvel-i Muazzama, evvela büyükelçilerini İstanbul’dan çektiler ve sonra da Mart 1877’de Londra Protokolünü imzaladılar. Tersane Konferansından daha hafif teklifler ihtiva eden bu konferansı, Rus Çarı kabul etti ve sadece harp isteyen aşırı milliyetçileri teskin için Karadağ’a Nikşi Kazasının bırakılmasını istedi. Bunu Kanun-ı Esâsi’ye aykırı bularak reddeden Bâb-ı Âli, Nisan 1877’de büyük Rus-Osmanlı Savaşının yani halkın ifadesiyle 93 Harbi’nin başlamasına yol açtı. Fiilen Haziran 1877’de başlayan bu harb Ocak 1878’de Osmanlı Devleti’nin her şeyini kaybetmesiyle sonuçlandı. 93 felâketi, Şubat 1878’de Meclis-i Meb’ûsân’ın kapatılmasını ve II. Abdülhamid’in ikinci saltanat devresinin başlamasını netice verdi. Tarihçilere göre bu bir buçuk yıllık devreden II. Abdülhamid sorumlu değildi.
II.
ABDÜLHAMİD’İN İKİNCİ SALTANAT DEVRESİ=ŞAHSİ İDARE DEVRİ (13.2.1878-27.4.1909):
30
yıl kadar süren bu devreye, II. Abdülhamid’in şahsî idare devri veya
muhâliflerinin ve maalesef Cumhuriyet dönemi tarihçilerinden bir çoğunun
ifadesiyle istibdâd devri (devr-i istibdâd) denmektedir. Bilançoları çok
ağır olan 93 felâketinin devleti yok edeceğini gören basiretli devlet adamı II.
Abdülhamid, Meclis-i Meb’ûsân’ın bağımsız Ermenistan, Pontus ve
Kürdistan gibi devletlerin kurulmasını tartıştığını görünce, 13.2.1878’de
Meclis’i fesh etti. Alman Devlet Adamı Bismark, “bir devlet millet-i vâhideden
mürekkeb olmadıkça, meclisin faydadan ziyade zarar vereceğini” ifade ederek
tasvip etti. Rus Çarı zaten memnundu. Durumdan rahatsız
olan İngiltere, V. Murad’ı padişah ve Midhat Paşa’yı sadrazam yapmak
için Genç Osmanlılardan Ali Suavi’yi tahrik ederek, tarihe Çırağan Baskını veya
Ali Suavi Vak’ası olarak geçen elim olayı patlattı. Arkasında, İngiliz
Büyükelçisi Lord Elliot ve yerine gelen Lord Layard ile Ali Suavi’nin İngliz
ajanı olan hanımı Mary vardı. 23 ihtilâlcinin ölümü ile sonuçlanan bu sonuçsuz
darbe, II. Abdülhamid’i hafiyye denilen gizli teşkilâtını kurarak daha sıkı
idareyi ele almasına mecbur etti.
İç
buhranlarla perişan olan ve her iki cephede de mağlup duruma düşen Osmanlı
Devleti, Yeşilköy’e kadar gelen Ruslarla, İntihar Andlaşması denilebilecek olan
3.3.1878 tarihli Ayastafanos Muâhedesini imzaladı. Ancak düvel-i muazzama
denilen İngiltere, Fransa ve Avusturya yani Almanya’nın bundan rahatsız
olmaları üzerine, 4,5 ay sonra bu andlaşma yok sayıldı ve 13.7.1878’de Berlin
Muâhedenâmesini imzalayarak varlığını 30-40 yıl daha uzatmış oldu. Berlin
Muâhedenâmesi de, Osmanlı Devleti’ni, Romanya, Sırbistan ve Karadağ’a tam
istiklâliyet vererek Avrupa’dan tasfiye ediyordu. Bosna-Hersek Eyâleti
Avusturya’ya verilirken, otonom bir Bulgaristan Prensliği kuruluyordu. Karadağ’a
bir kaza bırakmamak uğruna, devlet, Avrupa’dan siliniyordu.
Berlin
Muâhedenâmesinden cesaret alan Ermeniler, 1895-1896 yıllarında Doğu Anadolu’da
katliamlara ve bağımsız bir Ermenistan kurma teşebbüslerine giriştiler. II.
Abdülhamid, teşkil ettiği Hamidiye Alayları ile bu tehlikeyi bertaraf etti ve
dahi denecek kadar mükemmel olan dış politikasıyla, büyük devletlerin işe
karışmasına mani oldu. Ermeni isyanlarına karşı sert tedbirler alan II.
Abdülhamid, Ermeniler tarafından Kızıl Sultân diye anılmaya başlandı.
İttihâdcılar ve Cumhuriyet dönemindeki sözüm ona bazı aydınlar da, aynen
Ermeniler gibi, bu ünvanı kullanmaya devam etti. Ermenilerle ilgili batılı
devletlerin baskılarını, imtiyaz ve maddi menfaat gibi her çeşit imkânı
kullanarak durdurdu ve İngiltere bu diplomatik girişimler üzerine Çanakkale
Boğazına kadar getirdiği Akdeniz filosunu geri çekti.
Ermenilerden
bir netice alamayan İngiltere, dış borç batağına sapladığı Hidiv İsmail
Paşa’dan Süveyş Kanalı tahvillerini de satın aldı. Bunun üzerine Mısır’a baskı
yapmaya başladı. 1879’da Hidiv’in azledildiği Mısır, yine sükûn bulmadı.
İngilizlerin Mısır’a hücum etmesi üzerine, II. Abdülhamid’in Mısır’a başbakan
tayin ettiği Arabî Paşa’ya bağlı ordu Eylül 1882’de İngilizlere yenildi. Artık
Mısır, fiilen İngiliz işgali altındaydı.
Bu arada
büyük devletlerin tahriki ile iyice şımaran Yunanistan, Epir (Yanya) ve Girit
Eyâletlerine göz dikerek Osmanlı Devleti’ne harp ilan etti. Ancak Osmanlı
orduları Yunanlıları bir kaç defa mağlup ettikten sonra Atina’ya kadar
yaklaştılar. Yunanistan’ın sulh talebi üzerine, araya yine büyük
devletler girdi ve son söz yine onların oldu. Aralık 1897’de imzalanan İstanbul
Andlaşmasına göre, Tesalya geri veriliyor ve Girit’e muhtâriyet tanınıyordu.
İçte ve
dıştaki bütün menfiliklere, Ermenilerin püskürtülmesi ve Yahudilere Filistin’de
arazi verilmeyerek geri çevrilmeleri sebebiyle bütün Batılı devletlerin ve
lobilerin aleyhteki faaliyetlerine rağmen, II. Abdülhamid, hiç bir zaman
vazgeçmediği ittihâd-ı İslâm (İslâm Birliği) siyâseti sebebiyle halkı
tarafından sevildi ve tutuldu. Neticede Devleti de ayakta durdurdu. 1902-1903 yıllarında Vilâyât-ı Selâse denilen
Kosova (Üsküb merkezli), Selanik ve Manastır çevrelerinde, Makedonya İhtilâli
başladı ve yine büyük devletler araya girerek Osmanlı Devleti’ne baskı yapmaya
başladı. Ermeni komitacıları ve milletlerarası siyonizmin temsilcileri,
davalarına engel gördükleri II. Abdülhamid’i yok etmek üzere, terörist
Belçikalı Jorris ile anlaştılar. 21 Temmuz 1905’de Cuma Selamlığında patlayan
bomba, Padişahı yok etmek için patlatılmıştı; ama Allah korudu. İngilizler de
boş durmuyordu; 1905’de Yemen’de isyan çıkardıkları gibi, II. Abdülhamid’in
Akabe Kasabasına asker göndermesine müsaade etmek istemeyen İngiltere ile de
savaş için burun buruna gelindi. İngilizlerin altın verdiği Arap kabileleri
Osmanlı ordusuna saldırdı ise de bunlar bertaraf edildi. İngilizler Hicaz
demiryolu ile Bağdad demiryolunun acısını böylece çıkarmak istiyorlardı.
Neticede Tâbe ve Akabe arasındaki sınır, Mısırlı ve Osmanlı subayları
tarafından yeniden çizildi.
Dış ve iç
baskılara rağmen 30 yıl Osmanlı Devleti’ni büyük sıkıntılarla ayakta tutan II.
Abdülhamid, bu idareyi devam ettirmek için bazı zecrî tedbirlere baş vurmak
mecburiyetinde kalmıştı. Ancak bundan da önemlisi, Ermeni ve Yahudi meselesi
yüzünden bütün basın ve Avrupa kamuoyu tamamen aleyhine geçmişti. Bu aşırı
propagandalara rağmen, Müslüman halk, veli bildiği Padişaha itaat etmeyi ibadet
telakki ediyordu. Ancak menfi güçlerin tahriki ile genç aydınlar ve
askerler arasında, 93 felaketi ile memleketi sürüklediği uçurum unutularak,
körü körüne bir Midhat Paşa hayranlığı yeniden başlamıştı. Yeni
Osmanlılar veya Genç Türklerin fikirleri yeniden dirildi. 1890 yılında bir
kısım Harbiye ve Askerî Tıbbıye talebelerinin teşebbüsü ile gizlice kurulan
İttihâd ve Terakki Cemiyeti, II. Abdülhamid’in azlini gaye edinen bir hareket
idi ve asker siyâsete yine karıştırılmıştı. Ermenilerin ortaya attığı Kızıl
Sultân iftirası, bunlar tarafından da kullanılmaya başlandı. Daha sonra
anlatacağımız gibi, İttihâdcı Prens Sabahaddin Bey, Abdülhamid’in Ermeni kâtili
olduğunu söyleyecek kadar azıttı.
III.
Ordudaki Tal’at Bey, Enver Bey, Niyazi Bey ve benzeri genç subayları da arasına
katan İttihâd ve Terakki Cemiyeti, kazandığı gücü teröre transfer edecek kadar
dengeyi kaybetti. Hareketlerine karşı koyanlara mürteci damgasını vuran İttihâd
ve Terakkiciler, II. Abdülhamid’e temel hükümleri zaten yürürlükte olan Kanun-ı
Esâsi’yi tamamen yürürlüğe sokmak ve Meclis’i açmak üzere baskı yaptılar. 23
Temmuz 1908’de II. Meşrûtiyet
ilan edildi. Bu iç kargaşadan istifade eden Bulgaristan ve Bosna-Hersek Osmanlı
Devleti’nden ayrıldı ve İttihâdçıların ittihâd-ı anâsır fikrinin ilk acı
meyvesi bu oldu. İttihâdcıların basiretsizlikleri yüzünden, 240 üyeli meclisin
sadece 140’ı Türk olmak üzere Meclis-i Meb’ûsân
17 Aralık 1908’de açıldı. Azınlıklar, demokrasi geldi diye devlete
bağlanmadılar ve bilakis devlete isyan etmeye başladılar. Müslümanların kanına
giren Sırplar, Bulgarlar, Ermeniler ve benzeri azınlıklar için af ilan edildi.
İstanbul’da Ermeni ihtilâli yapıldı; ama suçlu Müslümanlar oldu. Bunu fırsat
bilen İngilizler ve diğer Osmanlı düşmanları, Üçüncü Ordudan İstanbul’a sevk
edilen avcı taburları tarafından 31 Mart Vak’ası denilen ihtilali çıkardılar.
Asker ve bunlara katılan hamallar gibi sıradan insanlar, şerî’at elden gidiyor
diyerek devlete karşı ayaklandılar. İttihâdçıların hem Abdülhamid’den kurtulmak
ve hem de muhâliflerini ve samimi dindarları ezmek için tertip ettiği bu olay,
İstanbul’a gelen Hareket Ordusu tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı.
Neticede
Meclis’i toplayan İttihâdcı Tal’at Bey, 27 Nisan 1909 tarihinde, silah tehdidi
altında Meclis’den hal’ kararını çıkardı ve içinde hiç Müslüman Türk
bulunmayan dört kişilik heyetle (Yahudi Emanuel Karaso, Ermeni Komitecisi Aram
Efendi, Arnavud Es’ad Toptani Paşa ve Gürci Ârif Hikmet Paşa) hal’ kararını II.
Abdülhamid’e tebliğ ettirdi. Böylece Osmanlı Devleti’nin yıkılış trendi,
maalesef hız kazanmıştı.
KADIN EFENDİLERİ:
KADIN EFENDİLERİ:
1-
Nâzik-edâ Baş Kadın Efendi.; 2- Bedr-i Felek Baş Kadın Efendi; Sâfi-nâz
Nur-efzûn 2. Kadın Efendi; 4- Bîdâr 2. Kadın Efendi; 5- Dilpesend 3. Kadın
Efendi; 6- Mezîde Mestân 3. Kadın Efendi; 7- Emsâl-i Nûr 3. Kadın Efendi;
8-Ayşe Dest-i Zer Müşfika (Kayıhân) 4. Kadın Efendi. İKBALLERİ: 9- Sâz-kâr
Hanımefendi; Baş ikbal; 10- Peyveste Hanımefendi; İkinci İkbaldir; 11-Fatma
Pesende Hanımefendi; Üçüncü İkbal; 12- Behîce (Maan) Hanımefefendi; Dördüncü
İkbâl; 13- Sâliha Nâciye Hanımefendi; 4. İkbal. GÖZDELER: 14- Dürdâne Hanım;
Baş Gözde; 15- Câlibos Hanım; 2. Gözde; 16- Nazlıyâr Hanım; 3. Gözde
ÇOCUKLARI:
ÇOCUKLARI:
1- Mehmed
Selim Efendi; 2- Mehmed Abdülkadir Efendi; 3- Ahmed Nuri Efendi; Ulviyye
Sultân; 5- Nâile Sultân; 6- Zekiyye Sultân; 7- Fatma NâimeSultân; 8- Seniyye
Sultân; 9- Senîha Sultân; 10-Şâdiye Sultân. 11- Hamîde Ayşe Sultân (Babam
Sultânhamid adlı kitabın yazarı). 12- Refî‘a Sultân; 13- Hatice Sultân. 14-
Aliyye Sultân; 15- Cemîle Sultân; 16- Sâmiye Sultân. 17- Mehmed Burhânüddin Efendi. 18- Abdürrahim Hayri Efendi. 19- Ahmed Nureddin Efendi. 20-
Mehmed Bedreddin Efendi. 21- Mehmed Âbid Efendi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder