Biz Türkler,bütün tarihimiz
boyunca hürriyet ve istiklale timsal olmuş bir milletiz.
Ne kadar zengin ve
münevveh olursa olsun istiklalden mahrum bir millet,medeni insanlık karşısında
uşak olmak mevkiinden yüksek bir muammeleye layık sayılamaz.
Milli egemenlik öyle bir nurdur ki onun karşısında
zincirler erir,taç ve tahtlar batar,mahvolur.Milletlerin esirliği üzerine
kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar.
Cumhuriyet fikir
serbestliği taraftarıdır.Samimi ve meşru olmak şartıyla her fikre saygı
duyarız.
Gerçi bize milliyetçi derler.Ama biz öyle milliyetçileriz
ki,işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz.Onların
milletlerinin bütün icaplarını tanırız.Bizim milliyetçiliğimiz herhalde
hodbince ve mağrurca bir milliyetçilik değildir.
Bilelim
ki milli benliğini bilmeyen milletler başka milletlere yem olurlar.
Milli mücedelelere şahsi hırs değil,milli ideal,milli onur
sebeb olmuştur.
Türk çocuğu ecdadını
tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.
Her fert istediğini düşünmek,istediğine inanmak,kendine
mahsus siyasi bir fikre sahip olmak,seçtiği bir dinin icaplarını yapmak
veya yapmamak hak ve hürriyetine
sahiptir.Kimsenin fikrine ve vicdanına hakim olunamaz.
Türk milletinin
istidadı ve kesin kararı medeniyet yolunda,durmadan,yılmadan ilerlemektir.
Medeni olmayan insanlar ,medeni olanların ayakları altında
kalmaya mahkumdurlar.
Büyük dinimiz
çalışmayanın insanlıkla hiç ilgisi olmadığını bildiriyor.Bazı kimseler çağdaş
olmayı kafir olmak sayıyorlar.Asıl küfür onlarınbu zannıdır.Bu yanlış tefsiri
yapanların maksadı İslamların kafirlere esir olmasını istemek değildir de
nedir?Her sarıklıyı hoca sanmayın,hoca olmak sarıkla değil,dimağladır.
Arkadaşlar,efendiler ve ey millet,iyi biliniz ki,Türkiye
Cumhuriyeti şeyhler,dervişler,müritler,meczuplar memleketi olamaz.En doğru,en
hakiki tarikat,medeniyet tarikatıdır.
Bizim devlet
idaresinde takip ettiğimiz prensipleri,gökten indiği sanılan kitapların
dogmalarıyla asla bir tutulmamalıdır.Biz,ilhamımızı,gökten ve gaipten
değil,doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.
İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen ki cins canlıdan
mürekkeptir.Kabil midir ki,bu kütlenin bir parçasını ilerletelim,ötekini ihmal
edelim de kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin.Mümkünmüdür ki bir cismin yarısı
toprağa zincirlerle bağlı kaldıkça öteki kısmı göklere yükselebilsin?
Ey
kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil,omuzlar üzerinde yükselmeye
layıksın.
Anaların bugünkü evlatlarına vereceği terbiye eski
devirlerdeki gibi basit değildir.Bugünkü analar için gereklivasıfları taşıyan
evlat yetiştirmek,evlatlarını bugünkü hayat için faal bir uzuv haline koymak
pek çok yüksek vasıflar taşımaya bağlıdır.Onun için kadınlarımız,hatta
erkeklerimizden daha çok aydın,daha çok feyizli,daha fazla bilgili olmaya
mecburdurlar;eğer gerçekten milletin anası olmak istiyorlarsa.
Ben
icap ettiği zaman en büyük hediyem olmak üzere,Türk Milleti’ne canımı
vereceğim..
Yüksek Türk!Senin için yüksekliğin hududu yoktur.İşte
parola budur.
Sizler,yani
yeni Türkiye’nin genç evlatları!
Yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz…Dinlenmemek üzere yürümeye karar
verenler,asla ve asla yorulmazlar.Türk gençliği gayeye,bizim yüksek idealimize
durmadan,yorulmadan yürüyecektir.
Biz cahil dediğimiz zaman,mektepte okumamış olanları
kastetmiyoruz.Kastettiğimiz ilim,hakikatı bilmektir.Yoksaokumuş olanlardan en büyük
cahiller çıktığı gibi,hiç okumak bilmeyenlerden de hakikatı gören gerçek
alimler çıkabilir.
Muallimler!Yeni
nesil;cumhuriyetin fedakar öğretmenleri ve eğiticileri,sizler yetiştireceksiniz
Okul sayesinde ,okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir
ki,Türk Milleti,Türk sanatı,Türk iktisadiyatı,Türk şiir ve edebiyatı bütün güzellikleriyle gelişir.
Türkiye’nin
asıl sahibi ve efendisi,gerçek üretici olan köylüdür.O halde herkesten daha çok
refah,saadet ve servete müstahak ve layık olan köylüdür.Onun için,Türkiye büyük
Millet Meclisi’nin iktisadi siyaseti bu asli gayeye erişmek maksadını güder.
Ekonomik kalkınma,Türkiye’nin hür,müstakil,daima daha
kuvvetli,daima daha refahlı Türkiye idealinin belkemiğidir.
Ancak
kendilerinden sonrakileri düşenebilenler,milletlerini yaşamak ve ilerlemek imkanlarına
kavuştururlar.
Milletin sevgisi kadar büyük mükafat yoktur.
Beni
olağanüstü bir kişi olarak yorumlamayınız.Doğuşumdaki tek olağanüstülük TÜRK
olarak dünyaya gelmemdir.
Bu ulusu ben değil,içimizdeki ruh,damarlarımızdaki kan
kurtarmıştır.
Biz
uygarlıktan,ilimden ve fenden kuvvet alıyor ve ona göre yürüyoruz.
Dünyada herşey için,medeniyet için,hayat için,muvafakiyet
için,en hakiki mürşit ilimdir,fendir.İlim ve fennin haricinde mürşit aramak
gaflettir,cehalettir,delalettir.
Milletimiz
daha da dindar olmalıdır diyorum.Ama bütün sadelik ve güzelliği ile.Dinime
,bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam,bunada öyle inanıyorum.Şuura aykırı
ilerlemeye engel hiçbirşey ihtiva etmiyor.
Şu anda batıl itikatlardan oluşan ikinci bir din
mevcuttur.Fakat bu cahiller sırası gelince aydınlatılacaktır.
Eşini
mutlu edecek herkes evlenmelidir.Çoluk ,çocuk sahibi olmalıdır.
Bana bakmayınız.Benim hayatım başka türlü düzenlenmiştir.
Çocuk
sevgisi insan için bir ihtiyaçtır.
Dünyada ne görüyorsak KADINın eseridir.
Biz
Türkler ,bütün tarihimiz boyunca hürriyet ve istiklale timsal olmuş bir
milletiz.
Korku üstüne egemenlik kurulamaz.
Tam
bağımsızlık denildiği zaman,tabii ,siyasi,mali,iktisadi,adli,askeri vs.. herhususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik
kast olunmaktadır.
Milli egemenlik öyle bir nurdur ki,onun karşısında
zincirler erir.Taç ve tahtlar batar,mahvolur.
Tarimizin en mutlu dönemi hükümdarlarımızın halife
olmadıkları zamandır.
Biz doğrudan doğruya millet severiz ve Türk
milliyetçisiyiz.Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur.
Türkiye’de
Bolşeviklik olmayacaktır.Çünkü Türk hükümetinin ilk gayesi,halka hürriyet ve
saadet vermek,askerlerimize olduğu kadar sivil halkımıza da iyi bakmaktır.
Bizim dinimiz,milletimize hakir,miskin ve zelil olmayı
tavsiye etmez.Tam tersine Alllah da,peygamber de ,insanların ,milletlerin izzet
ve şerefini korumalarını emrediyor.
Bir
memleketin,bir memleket halkının düşmandan zarar görmesi acıdır.Fakat kendi
ırkından,büyük tanıdığı insanlardan vefasızlık,felaket görmesi daha acıdır.
Efendiler biz hayat ve istiklal isteyen bir milletiz.Ve
yanlız ve ancak bunun için hayatımızı yok etmeyi göze alırız.
Bütün
zorba hükümdarlar hep dini alet edindiler.Hakiki ulema,dini bütün alimler,hiçbir vakit bu
zorba hükümdarlara boyun eğmediler.Fakat gerçekte alim olmamakla beraber,sırf o
kılıkta bulundukları için alim sanılan,çıkarlarına düşkün haris ve imansız
birtakım hocalar da vardır.Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar
dine uygundur diye fetva verdiler.Gerektikçe yanlış hadisler uydurmaktan
çekinmediler.Gerçek ve imanlı ulema her devirde bunların kinine hedef oldu.
Bir kere memlekette topraksız köylü bırakılmamalıdır.Bir çiftçi ailesini
geçindirebilen toprağın hiçbir sebep ve suretle bölünemez bir mahiyet
olması,büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliği
arazinin bulunduğu memleket bölgelerinin nüfus yoğunluğuna ve toprak verim
derecesine göre sınıflandırılması gerekir.
Biz Türkler ruhen demokrat doğmuş bir milletiz.
Büyüklük odur ki kimseye iltifat etmeyeceksin,hiçkimseyi
aldatmayacaksın.Memleket için gerçek ülkü ne ise onu görecek ve o hedefe
yürüyeceksin.Herkes senin aleyhinde bulunacaktır,seni yoldan çevirmeye
çalışacaktır.Önünde sonsuz engeller yığacaktır.Kendini büyük
değil,küçük,araçsız hiç terakki edecek,kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak
bu engelleri aşacak,ondan sonra büyüksün derlerse bunu diyenlere güleceksin.
NE
MUTLU TÜRKÜM DİYENE.
Bizim ahenktar,zengin lisanımız yeni türk harfleriye
kendini göstericektir.
Bir
başka çağdan kalma adetlerinizde,alışkanlıklarınızda direnirseniz,cüzzamlılar
gibi tek başınıza kala kalırsınız.Benliğinize bağlı kalın ama,gelişmiş uluslar
gibi gerekli olan şeyleri Batı’dan almasını bilin.Yoksa,bilim ve yeni
düşünceler sizi bir lokmada yiyip bitirebilirler.
Benim Türk MilletineiTürk cumhuriyetine ve Türklüğün
istikbaline ait görevim bitmemiştir.Sizler onları tamamlayacaksınız.Siz de
sizden sonrakilere benim sözümü tekrar ediniz.
Bir
adam ki büyük olmaktan bahseder,benim
hoşuma gitmez.Bir adamki memleketi kurtarmak için evvela büyük olmak lazımdır,
der ve bunun için mumune intihap eder,onun için olmayınca,memleketin
kurtulamayacağı kanaatinde bulunur;bu, adam değildir.
Zafer “zafer benimdir” diyebilenin,muvaffakiyet,”muvaffak
olacağım” diye başlayanın ve “muvaffak oldum” diyebilenindir.
Tembellik
bütün fenalıkların anasıdır.
Bir ulus,bir toplum alnız bir kişinin çalışması ile adımcık
bile atamaz.
Yorulmadan
beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz.Benim sizden istediğim şey,yorulmamak
değil,yorulduğunuz zaman da,durmadan yürümek,yorulduğunuz dakikada da
dinlenmeden beni takip etmektir.
Benim için ordumuzun kıymetini ifadede ölçü şudur:Türk
ordusunun bir kıtası muadilinin behemal mağlup eder,iki mislini durdurur ve
tespit eder.
Türkler
bütün medeni milletlerin dostudurlar.
Hakikatı konuşmaktan korkmayınız.
Tatbik
eden,icra eden,karar verenden daima daha kuvvetlidir.
Lüzumuna kani
olduğunuz bir işi derhal yapmalıyız.
Fikirler,cebir
ve şiddetle,top ve tüfekle asla öldürülemez.
Size Bombasırtı Vakasını anlatmadan
geçemeyeceğim.Karşılıklı siperlerimiz arasında mesafemiz sekiz metre,yani ölüm
muhakkak,muhakkak…Birinci siperdekiler hiçbiri kurtulamamacasına tamamen
düşüyor.,ikincidekiler onların yerine gidiyor.Fakat ne kadar gığtaya şayan bir
itidal ve tevekkülle,biliyor musunuz?Öleni görüyor,üç dakikaya kadar öleceğini biliyor,en ufak bir
fütur bile göstermiyor;sarsılmak yok.Okumak bilenler ellerinde Kur’anı
Kerim,cennete gitmeye hazırlanıyor.Bilmeyenler,kelimei şahadet getirerek
yürüyorlar.Bu,Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren,şaşılacak ve övülecek bir
misaldir.Emin olmalısınız ki,Çanakkale Muharebesini kazandıran bu yüksek
ruhtur.
Efendiler,
camiler birbirimizn yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır.Camiler
itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapmak lazım geldiğini
düşünmek yani meşveret için yapılmıştır.Millet işlerinde her ferdin zihni
başlıbaşına faaliyette bulunmak elzemdir.
Gelecek için hazırlanan vatan evladına,hiçbir güçlük
karşısında baş eğmeyerektam sabır ve dayanma ile çalışmalarını ve öğrenimdeki
çocuklarımızın anne ve babalarına yavrularının tahsillerinin tamamlanması için
her fedakarlığı göze almaktan çekinmemelerini tavsiye ederim.
Kültür,okumak,anlamak,görebilmek,görebildiğinden
mana çıkarmak,uyanık davranmak,düşünmek,zekayı terbiye etmektir.
BİR TÜRK DÜNYAYA BEDELDİR.
Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvela
bizim kendi benliğimize ve maliyetimize bu hürmeti hissen ,fikren ,fiilen,
bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim;bilelim kimilli benliğini bulmayan
milletler başka milletlerin avıdır.
Biz ilhamlarımızı gökten ve görünmez alemden değil,doğrudan
doğruya hayattan almış bulunuyoruz.Bizim yolumuzu çizen,içinde yaşadığımız
yurt,bağrından çıktığımız Türk
Ayrılış
Destanı
Gel vatan, yas tutan ocaklara gel!
Oğul Mustafalı kucaklara gel!
Gel, karayazılı çiçeklerle gel!
Dol gözümü vatan, Ata’n geçiyor!
Ektiğin gündüzdü, biçtiğin gece,
Güzelim ekini bastı delice
Herkte sabanlara, cenkte kılıca,
Abıhayatları katan geçiyor.
Gün görünür güne
bakan her şey,
Ne görsem benziyor, bak, O’na her şey,
Başlamış şeklinden isyana her şey,
Sanki her şeylerden o can geçiyor.
Bir millet kolunca
sallar üstünde,
Bir vatan boyunca yollar üstünde,
Dağlar bedenince küller üstünde,
Kanayı kanayı bir tan geçiyor.
O’nu bize gökten
zafer getirdi,
O’nu bizden alıp “Zafer” götürdü,
“Yer görmesin” diye doğmuş koç sırtı
Çağların bağrında yatan geçiyor.
O, bindi; al atlar
kesildi yağız,
O, bindi; bir yanardağ oldu Yavuz,
19 Sonteşrin... Delirdi deniz,
Hâlâ Marmara’dan figan geçiyor.
Kara çıktı aynı
gördüğü düşler,
Cümle mülhimeler zara durmuşlar,
Siyah borularda siyah ötüşler...
Bu sabah, İstanbul yastan geçiyor.
Defne burcu burcu seril yerlere,
Bak, selâma durmuş minarelere,
Bir şair şehirden bir âşık şehre,
Destanlar üstü destan geçiyor.
Zeki Ömer DEFNE
Her Şey O’na
Benzer
İncecikten bir kar yağar,
Tozar “Kemal, Kemal” diye...
Ak ellerin kalem tutar,
Yazar “Kemal Kemal” diye...
Bütün eller “Kemal”
yazar,
Bütün diller “Kemal” söyler,
Hey dağların anası,
“Kemal” siz vatan neyler?
Söyle bana
yavrucuğum,
Otur dizlerime de...
Hürlüğü yaşıyorsun, alabildiğine,
O mavi gözlerinde...
Sen, Mustafa Kemal
misin?
Gel bana,
yavrucuğum,
Sarıl boynuma...
Vatana nur veriyorsun,
Her ipek telinden saçlarının
Sarı ve yumuşak...
Sen, Mustafa Kemal
misin?
Dinle beni, yavrucuğum,
Koy başını göğsüme...
Usulcacık, şöyle:
Senin yüreğin midir bu çarpan,
Böyle aşkla, milyonlar adına,
Yüceliği, esenliği için vatanın?
Sen, Mustafa Kemal misin?
Sırmalar, rütbeler değil istediğin,
Ayağındaki toz,
Alnındaki ter bile
Nurlu gelecekler için...
Söyle bana yavrucuğum...
M. Sunullah ARISOY
Mustafa Kemal’ler tükenmez
Tükenir elbet
gökte yıldızlar denizde kum tükenir
bu vatan bu topraklar cömert
kutsal bir ateşim ki ben sönmez
inanın Mustafa Kemaller tükenmez.
ben de etten kemiktendim elbet
ben de bir gün göçecektim elbet
İki mustafa kemal var iyi bilin
ben işte o ikincisi sonsuzlukta
ruh gibi bir şey görünmez
İnanın Mustafa Kemaller tükenmez.
hep kardeşliğe bolluğa giden yolda
bilimin yapıcılığın aydınlığında
güzel düşünceler soyut fikirlerde ben
evrensel yepyeni buluşlarda
geriliği kovmuşum ben dönmez
İnanın Mustafa Kemaller tükenmez.
Başın mı dertte beni hatırla
duy beni en sıkıldığın an
baştan sona her şeyiyle bu vatan
sakın ağlamasın kasımlarda
fatihler kanuniler ölmez
İnanın Mustafa Kemaller tükenmez.
Tükenir elbet
gökte yıldızlar denizde kum tükenir
bu vatan bu topraklar cömert
kutsal bir ateşim ki ben sönmez
inanın Mustafa Kemaller tükenmez.
ben de etten kemiktendim elbet
ben de bir gün göçecektim elbet
İki mustafa kemal var iyi bilin
ben işte o ikincisi sonsuzlukta
ruh gibi bir şey görünmez
İnanın Mustafa Kemaller tükenmez.
hep kardeşliğe bolluğa giden yolda
bilimin yapıcılığın aydınlığında
güzel düşünceler soyut fikirlerde ben
evrensel yepyeni buluşlarda
geriliği kovmuşum ben dönmez
İnanın Mustafa Kemaller tükenmez.
Başın mı dertte beni hatırla
duy beni en sıkıldığın an
baştan sona her şeyiyle bu vatan
sakın ağlamasın kasımlarda
fatihler kanuniler ölmez
İnanın Mustafa Kemaller tükenmez.
Halim Yağcıoğlu
Atatürk’e
Kara toprak
diye en hissiz ayaklar hatta
Basamaz
toprağa, toprakta cenazen varken,
Ne büyüksün
ki huzurunda küçüktür matem,
On sekiz
milyon adam tek kişidir ağlarken.
Mithat Cemal Kuntay
Atatürk’ten
son mektup
Siz beni hala anlayamadınız.
Ve anlayamayacaksınız çağlarca da
Hep tutturmuş”Yıl 1919 Mayısın 19’u”diyorsunuz.
Ve eskimiş sözlerle beni övüyor,övüyorsunuz.
Mustafa Kemal’I anlamak bu değil.
Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil.
Bırakın o altın yaprağı artık.
Bırakın rahat etsin anılarda şehitler
Siz bana neler yaptınız ondan haber verin.
Hakkından gelebildiniz mi yokluğun,sefaletin?
Mustafa Kemal’I anlamak yerinde saymak değil.
Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil.
Bana muştular getirin bir daha.
Uygar uluslara eşit yeni buluşlardan
Kuru söz değil,iş istiyorum saizden anladınız mı?
Uzaya TÜRK adını Atatürk kapsulleriyle yazdınız mı?
Mustafa Kemal’ianlamak avunma değil.
Mustafa Kemal’I anlamak sadece söz değil.
Hala o acıklı ağıtlar dudaklarınızda
Hala oturmuş bana on kasımlarda ağlıyorsunuz.
Uyanın artık diyorum,uyanın,uyanın!
Uluslar uzak fetihlere çıkıyoruzak dünyaların
Mustafa Kemal!I tanımak göz boyamak değil.
Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil.
Beni seviyorsanız eğer anlıyorsanız
Laboratuvarlarda sabahlayın,kehvelerde değil.
Bilim ağartsın saçlarınızı,kitaplar.
Ancak böyle aydınlanır o sonsuz karanlıklar.
Mustafa Kemal’I anlamak ağlamak değil.
Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil.
Demokrasiyi getirmişim size özgürlüğü
Görüyorum ki hala aynı yerdesiniz hiç ilerlememiş.
Birbirinize düşmüşsünüz halka eğilmek dururken.
Hani köylerde ışık,hani bolluk,hani kaygısız gülen?
Mustafa Kemal’I anlamak itişmek değil.
Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil.
Arayı kapatmanızı istiyorum uygar uluslarla.
Bilime, sanata varılamaz rezil dalkavuklarla.
Bu vatan,bu canım vatan sizden çalışmak ister.
Paydos övünmeye,paydos avunmaya yeter,yeter.
Mustafa Kemal’I anlamak aldatmak değil.
Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil.
Dağlarda
tek tek
ışıklar yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle
ışıltılı,
öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve
ne zaman
geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere
inanıyordu
ışıklar yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle
ışıltılı,
öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve
ne zaman
geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere
inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla
duruyordu ki
mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında
O'nu gördü
Paşalar onun arkasındaydılar
O, saati sordu.
Paşalar: "Üç" dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak
çakmaktı.
duruyordu ki
mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında
O'nu gördü
Paşalar onun arkasındaydılar
O, saati sordu.
Paşalar: "Üç" dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak
çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına
kadar,
eğildi durdu.
Bıraksalar
İnce uzun bacakları üstünde
yaylanarak
ve karanlıkta akan
bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon ovası'na
atlayacaktı
kadar,
eğildi durdu.
Bıraksalar
İnce uzun bacakları üstünde
yaylanarak
ve karanlıkta akan
bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon ovası'na
atlayacaktı
Nazım HİKMET
Adım Mustafa Kemal, soyadım Atatürk,
Tarihi biz yazmıştık, tarihe gömülüyordu
yüce Türk.
Şamar oğlanı olmuştuk, önüne gelen bize
attı tokadı,
Vatan elden gidiyordu, Osmanlının
kalmamıştı takatı.
Gün, o gündü: ya Türk olup bilinmek, ya
yok olup silinmek,
Türksüz dünya olamazdı, hakkımızdı
sevinmek.
Tek yürek, tek bilek olduk, yıldırım gibi
çaktık,
Cepheden cepheye koşup, tarihi görevimizi
yaptık.
Her yönden geri idik, sil baştan bir
Türkiye yarattık,
Bizler ölüp gittik ama, sizlere hür bir
vatan bıraktık.
Beşer şaşar' derler, bizler yanlış yaptı
isek, sizler onu düzeltin,
Biz, Türkiye'yi bu kadar yücelttik, sizler
daha fazla yüceltin.
Vatan, millet uğrunda bir olursa emeller,
Türk anası doğurur ne Mustafa Kemal'ler...
Cevat Eğilmez
Atatürk'ün sofra arkadaşları
Atatürk'ün,
özellikle akşam sofrası, çok konuşulmuş ve hala da konuşulan bir konudur.
Halbuki, bu sofrada, yapılacak bütün işler ele alınır ve enine boyuna ciddi
olarak konuşulurdu. Ayrıca, hangi konu ele alınacaksa, o konuyu iyi bilen
üniversiteden veya dışarıdan şahıslar da yemeğe çağırılır ve o konu iyice
tartışılıp karara bağlanırdı. Toplantıyı Atatürk idare ederler ve konuşmaları
da kesinlikle şahsiyete dökmezlerdi. Eğer o konuyla ilgili kişi yoksa, hemen
getirtilir veya konu başka bir güne bırakılarak o kimse de toplantıya
çağırılırdı.
Toplantılarda, daima bir kara tahta ve tebeşir bulundurulur, bazen de dünya ve Türkiye haritaları astırılırdı.
Genellikle bazı kimseler, Atatürk'ün sofrasında hemen daima bulunurlardı. Atatürk, bu kişilere ya not aldırırlar, ya makale yazdırırlar veya elçi gibi kullanarak gidip araştırma ve tetkik etme görevi verirlerdi. Sofrada bulunan kimselere, her zaman ki kişiler; bilinen, belirli kişiler anlamında "Zevat-ı Mutade" denirdi. Bu kimseler ya hükümet üyesidirler veya zamanın en ileri gelen fikir ve kalem üstatlarıdır. Bu sofrabaşı sohbetleri bazen sabaha kadar sürerdi. Herhangi bir konu görüşülürken o konuyu iyi bilene Atatürk sualler yöneltirler ve onu konuşmaya zorlarlardı. Bilmediği konuları can kulağı ile dinler ve öğrenmek isterlerdi. Sofrada genellikle mevsim sebzeleri dışında, pilav ve kurufasulye mutlaka bulunurdu. Lüks sayılan yemekler genellikle sofrada bulunmazdı. Kendileri meze olarak peynir, leblebi ve kavunu tercih ederlerdi. Hala da konuşulanların tam aksine, böyle gecelerde, en az eğlenceye yer verilirdi. Sırf misafir ve dostlar için çağırılan ses ve saz toplulukları, pek çok defalar hiç sazlarını bile açmadan evlerine geri dönmüşlerdir.
Toplantılarda, daima bir kara tahta ve tebeşir bulundurulur, bazen de dünya ve Türkiye haritaları astırılırdı.
Genellikle bazı kimseler, Atatürk'ün sofrasında hemen daima bulunurlardı. Atatürk, bu kişilere ya not aldırırlar, ya makale yazdırırlar veya elçi gibi kullanarak gidip araştırma ve tetkik etme görevi verirlerdi. Sofrada bulunan kimselere, her zaman ki kişiler; bilinen, belirli kişiler anlamında "Zevat-ı Mutade" denirdi. Bu kimseler ya hükümet üyesidirler veya zamanın en ileri gelen fikir ve kalem üstatlarıdır. Bu sofrabaşı sohbetleri bazen sabaha kadar sürerdi. Herhangi bir konu görüşülürken o konuyu iyi bilene Atatürk sualler yöneltirler ve onu konuşmaya zorlarlardı. Bilmediği konuları can kulağı ile dinler ve öğrenmek isterlerdi. Sofrada genellikle mevsim sebzeleri dışında, pilav ve kurufasulye mutlaka bulunurdu. Lüks sayılan yemekler genellikle sofrada bulunmazdı. Kendileri meze olarak peynir, leblebi ve kavunu tercih ederlerdi. Hala da konuşulanların tam aksine, böyle gecelerde, en az eğlenceye yer verilirdi. Sırf misafir ve dostlar için çağırılan ses ve saz toplulukları, pek çok defalar hiç sazlarını bile açmadan evlerine geri dönmüşlerdir.
Mareţal Fevzi Çakmak
Fevzi
Paşa çok iyi yetişmiş bir asker olmasından başka çok dürüst ve başarılı bir
kumandandı. Osmanlı İmparatorluğu'nun son hükümetinde harbiye nazırı olmuştu.
Bu mevkide iken Kuva-yı Milliyecilerin İstanbul'da bulunan birçok silah ve
mermi depolarını basarak silahları Anadolu'ya kaçırmalarına göz yummuştu.
23 Nisan 1920'de TBMM'nin ilk defa açılmasından ancak 4 gün sonra Ankara'ya gelmiş ve kurulan ilk hükümette Milli Müdafaa Bakanlığı verilmişti.
Atatürk, Mareşal Fevzi Çakmak'a ayrı bir hürmet beslerdi Mareşal içki içmez, beş vakit namazında, çok dürüst ve faziletli bir kişi idi. Atatürk ve Mareşal seyahatlerinde hiç harcırah (yolluk) almamışlardır.
Mareşal'e yolluk teklif edilince, "Biz oraya askeri araçlarla teftişe gittik. Orduevinde yedik içtik, yattık kalktık. Görev yapıp döndük. Ne harcırahı" der ve yollukları daima orduya kalırdı. Bu nedenlerle Atatürk'ün Mareşal'e çok değişik bir hürmeti ve saygısı vardı. Paşa'nın yemekte olacağı zaman, kesin olarak masaya içiki konulmaz, sadece limonata içilirdi. Atatürk, Mareşal'in her yemeğe gelişinde, bizlere bunu tekrar tekrar hatırlatırlar, herhangi bir yanlışlık yapıp masaya içki getirilmesini önlerlerdi.
23 Nisan 1920'de TBMM'nin ilk defa açılmasından ancak 4 gün sonra Ankara'ya gelmiş ve kurulan ilk hükümette Milli Müdafaa Bakanlığı verilmişti.
Atatürk, Mareşal Fevzi Çakmak'a ayrı bir hürmet beslerdi Mareşal içki içmez, beş vakit namazında, çok dürüst ve faziletli bir kişi idi. Atatürk ve Mareşal seyahatlerinde hiç harcırah (yolluk) almamışlardır.
Mareşal'e yolluk teklif edilince, "Biz oraya askeri araçlarla teftişe gittik. Orduevinde yedik içtik, yattık kalktık. Görev yapıp döndük. Ne harcırahı" der ve yollukları daima orduya kalırdı. Bu nedenlerle Atatürk'ün Mareşal'e çok değişik bir hürmeti ve saygısı vardı. Paşa'nın yemekte olacağı zaman, kesin olarak masaya içiki konulmaz, sadece limonata içilirdi. Atatürk, Mareşal'in her yemeğe gelişinde, bizlere bunu tekrar tekrar hatırlatırlar, herhangi bir yanlışlık yapıp masaya içki getirilmesini önlerlerdi.
Ramazanlarda Atatürk
Atatürk,
Ramazan ayına büyük önem verir; bu ay içinde ince saz heyeti saraya kesin
olarak sokulmazdı. Akşamları, beni huzurlarına çağırır ve Kura-ı Kerim'den
sureler okuturlar, kendileri de bunu derin bir hazla dinlerlerdi.
Ramazan aylarında, Hacı Bayram Veli ve Zincirlikuyu Camilerinde şehitlerimizin ruhu için hatim okumamı emrederlerdi. Ben de, tıklım tıklım dolu olan bu camilerde emirlerini yerine getirir, hatim okurdum. Peygamberimiz Efendimiz'den bahsederlerken, "Hazret-i Peygamberin Zaman-ı Saadetlerinde" diye, daima saygı ifade eden kelimeler kullanırlardı. Peygamber efendimiz'in, ayrıca, çok yetenekli bir devlet adamı ve iyi bir başkomutan olduğunu daima söylemişlerdir. Din işlerinin cahil kimselerin kontrolünden alınıp, bu işi iyi bilen alimlere verilmesinin gerekliliğini ifade ederler, "Mukaddes Mihrabı, cehllin cahillerin elinden alıp ehlin (konuyu iyi bilen) eline vermek zamanı çoktan gelmiştir" derlerdi. En uzun tatillerin dini bayramlarda yapılmasının da şart olduğu söyleyip, "Herkes, dini vecibeleri, görevleri yerine getirecek, sonra da dinlenecekler" derlerdi. |
Atatürk’ü ağlatan olay…
“Ben İnsan Değil miyim?”
Yıl 1922. 14 Ocak gece yarısı. Mustafa Kemal’in özel treni Eskişehir’e doğru gidiyor. Bu yolculuk bir kamuoyu yolculuğu olacak ve Gazi, savaş sonrası Anadolu’sunda bazı şehirlerin nabzını yoklaya yoklaya İzmir’e gidip annesini görecek. Ve Latife’yi.
Ama o gece çok sıkıntısı var Mustafa Kemal’in ve bir türlü uyku tutturamıyor.
Ali Çavuş kompartımanın kapısı önünde sigara üstüne sigara içiyor. Kapıya dayanmış karanlığı seyreder ken bir yandan da kendi kendine mırıldanıp duruyor.
“Bu işin bu kadar çabuk oluvereceğini hiç düşünmedim.
İşte, sonunda şifreli telgraf geldi. Zübeyde anamızı yitirdik. Peki, ne duruyorum. İçeri girip onu uyandırmalıyım. Ama işe bak, giremiyorum. Kıyamıyorum paşama. Nasıl derim ki: ‘Anamız öldü paşam!’ diyemem. Onun yüreği anası için atar. Hep söyler. Vatanı kurtarmakla anasını kurtarmak aynı anlama gelir onun için. Kapıyı açsam, telgrafı uzatsam, ‘Paşam sen sağ ol’ desem ‘Eyvah demez mi?’ ‘Koca vatanı kurtardım ama anamı kurtaramadım demez mi?"
Ali Çavuş, anlattığına göre birden yerinden sıçramış. İçeriden bir ses geliyor. Mustafa Kemal sesleniyor.
Çavuş kompartıman kapısını açıp selam duruyor:
“Emret Paşam”.
Mustafa Kemal yatağa oturmuş soruyor telaş ile:
“Ne demeye kapıda bekliyorsun sen?”
“Uyku tutturamadım da Paşam”
“Annemden bir haber var mı?”
“Az önce bir telgraf geldi dediler, şifreyi çözünce size sunacaklar.”
“Boşuna kıvranma Ali, benden de saklamaya çalışma. Ben haberi aldım.”
Ali Çavuş bir şey yokmuş gibi durmaya çalışıyor ve merakla soruyor:
“Ne olan, ne haber aldın ki paşam? Hayır haber inşallah.”
Mustafa Kemal usul usul anlatıyor.
“Az önce dalmışım, rüyamda yeşil bir ovada anamla el ele geziniyorduk. Hep olduğu gibi bana birşeyler anlatıyordu. Birden bir fırtına çıktı. Bir sel bastırdı, anamızı aldı götürdü. Hiçbir şey yapamadım. Hiç, hiç!..”
Çavuşu bir titremedir almıştı. Derken.. Mustafa Kemal emri verdi:
Çocuk! Al getir şu telgrafı, hemen!”
Ali Çavuş kompartımandan çıkar çıkmaz, çözümü getiren görevliyle karşılaştı.
“Ver onu” dedi. “Paşamız bekliyor.”
Kağıdı aldı, içeri girdi, selam durdu ve: “Sen sağol paşam” dedi.
“Millet sağ olsun.”
Gözünden iri bir damla göz yaşı akıvermişti. Çavuş “Ağlama paşam” diye yalvardı.
“Neden? Ben insan değil miyim? Anam öldü. Ben buna ağlarım. Ama, Anavatan kurtuldu. Bununla da te selli bulurum. Benim için ikisi bir.”
İşte ben bunun için:
‘Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini’ diye cevap vermedim mi Namık Kemal’e? Birden Mustafa Kemal ile Ali Çavuş birbirlerine sarıldılar ve açık açık, hıçkırıklarla, içli içli ağlıyorlardı,
“Ben İnsan Değil miyim?”
Yıl 1922. 14 Ocak gece yarısı. Mustafa Kemal’in özel treni Eskişehir’e doğru gidiyor. Bu yolculuk bir kamuoyu yolculuğu olacak ve Gazi, savaş sonrası Anadolu’sunda bazı şehirlerin nabzını yoklaya yoklaya İzmir’e gidip annesini görecek. Ve Latife’yi.
Ama o gece çok sıkıntısı var Mustafa Kemal’in ve bir türlü uyku tutturamıyor.
Ali Çavuş kompartımanın kapısı önünde sigara üstüne sigara içiyor. Kapıya dayanmış karanlığı seyreder ken bir yandan da kendi kendine mırıldanıp duruyor.
“Bu işin bu kadar çabuk oluvereceğini hiç düşünmedim.
İşte, sonunda şifreli telgraf geldi. Zübeyde anamızı yitirdik. Peki, ne duruyorum. İçeri girip onu uyandırmalıyım. Ama işe bak, giremiyorum. Kıyamıyorum paşama. Nasıl derim ki: ‘Anamız öldü paşam!’ diyemem. Onun yüreği anası için atar. Hep söyler. Vatanı kurtarmakla anasını kurtarmak aynı anlama gelir onun için. Kapıyı açsam, telgrafı uzatsam, ‘Paşam sen sağ ol’ desem ‘Eyvah demez mi?’ ‘Koca vatanı kurtardım ama anamı kurtaramadım demez mi?"
Ali Çavuş, anlattığına göre birden yerinden sıçramış. İçeriden bir ses geliyor. Mustafa Kemal sesleniyor.
Çavuş kompartıman kapısını açıp selam duruyor:
“Emret Paşam”.
Mustafa Kemal yatağa oturmuş soruyor telaş ile:
“Ne demeye kapıda bekliyorsun sen?”
“Uyku tutturamadım da Paşam”
“Annemden bir haber var mı?”
“Az önce bir telgraf geldi dediler, şifreyi çözünce size sunacaklar.”
“Boşuna kıvranma Ali, benden de saklamaya çalışma. Ben haberi aldım.”
Ali Çavuş bir şey yokmuş gibi durmaya çalışıyor ve merakla soruyor:
“Ne olan, ne haber aldın ki paşam? Hayır haber inşallah.”
Mustafa Kemal usul usul anlatıyor.
“Az önce dalmışım, rüyamda yeşil bir ovada anamla el ele geziniyorduk. Hep olduğu gibi bana birşeyler anlatıyordu. Birden bir fırtına çıktı. Bir sel bastırdı, anamızı aldı götürdü. Hiçbir şey yapamadım. Hiç, hiç!..”
Çavuşu bir titremedir almıştı. Derken.. Mustafa Kemal emri verdi:
Çocuk! Al getir şu telgrafı, hemen!”
Ali Çavuş kompartımandan çıkar çıkmaz, çözümü getiren görevliyle karşılaştı.
“Ver onu” dedi. “Paşamız bekliyor.”
Kağıdı aldı, içeri girdi, selam durdu ve: “Sen sağol paşam” dedi.
“Millet sağ olsun.”
Gözünden iri bir damla göz yaşı akıvermişti. Çavuş “Ağlama paşam” diye yalvardı.
“Neden? Ben insan değil miyim? Anam öldü. Ben buna ağlarım. Ama, Anavatan kurtuldu. Bununla da te selli bulurum. Benim için ikisi bir.”
İşte ben bunun için:
‘Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini’ diye cevap vermedim mi Namık Kemal’e? Birden Mustafa Kemal ile Ali Çavuş birbirlerine sarıldılar ve açık açık, hıçkırıklarla, içli içli ağlıyorlardı,
bir dehanın
annesine!…
Nazır
biraz beklesin
Atatürk Anafartalar ve Arıburnu zaferlerinden sonra
İstanbul'a gelmişti. Ata, hariciye nazırını (dışişleri bakanı) ziyaret ederek
son durum hakkında konuşmak,
mütelalarını bildirmek istiyordu. Nezaret binasina gelerek nazır beye
haber gönderdi.
-Beklesinler... buyrulmuţ
Atatürk bir hayli beklemiş.
Bir aralık kendisinden sonra gelenlerin de kabul edildiklerini farkedince müsteţar muavinine:
-Beyefendi hazretleri
galiba beni unuttular, demiş.
Müsteşar muavini tekrar içeri girerek Mustafa Kemal'i hatırlatmış ve yine:
-Beklesinler, cevabını almış.
Atatürk ikinci
"beklesinler" üzerine dayanamamış ve muavine:
-Sizin nazırınız bütün zamanlarını
hep böyle manasız ziyaretler kabul ederek mi geçirir?
Muavin tabii buna bir cevap
verememiş, biraz sonra başka bir mevzu açılmış ve konuşmaya başlamışlar.
Mevzunun en hareketli anında salon kapısı açılarak bir hademe:
-Mustafa Kemal Bey buyursunlar
deyince, Atatürk:
nedir o? diye sormuş. Nazır beyefendinin kabul
edeceğini söylemiş. Mustafa Kemal hademeye:
-Beklesinler...
diyerek dönmüţ.Muavin ile olan muhaveresine devam etmiţ.
Gözle görülmeyen yeri gören
Atatürk
Sakarya Muharebesi’nden sonra
idi. Kurmay subay cepheden alinan bilgilerlei_ Başkumandan Mareşal Gazi Mustafa
Kemal’e okuyordu. Bunlar arasında cephe kumandanlarından biri, Seyit Gazinin
bilmem ne kadar doğu veya kuzeyinde bir düşman tümenin görüldününden bahsediyordu. Paşa kaşlarını çatarak:
-Hayır
orada düşman tümeni olamaz ve yoktur. Yazınız,
iyi baksınlar. dedi. Kurmay subay gittikten sonra orada iki saat
daha kaldım. Biz öğle yemeği yerken
subay tekrar geldi:
-Haber aldım gerçekten orada düşman tümeni yokmuş
efendim, dedi. Cephedeki kumandan gözle
görülen bir düşman tümeninden bahsederken Gazi Paşa altı yüz kilometre uzaktan
orada düşman tümeni olmadığını görüyor ve ihtar ediyordu.
Liman Von Sanders'e oynanan oyun
Bir gün, Atatürk’e Türk askeri hakkında ne düşündüğünü
sormuşlardı...
- Durun, size bir
hikaye anlatayım, dedi. Yildirim ordulari kumandaniydim. Liman Von Sanders Paşa da o sırada
kıtalarımızı denetime gelmişti.
Hastaneden yeni çıkmış bazı kişiler de her nasılsa bölüklerin arasına
karıştırılmışlardı.
Sanders :
-Canım, böyle
adamları ne diye buraya gönderirler ?!..
Diye söylenerek hasta ve cılız bır askeri göğsünden itti. Mehmetçik derhal yere yuvarlandı.
Alman general_,
davasını ispat etmiş olmanın gururu içinde :
- İşte görüyorsunuz ya,
dedi, düşmek için sebep arıyormuş
!..
Oracıkta, Fon
Sanders’e küçük bir azizlik yapmak aklıma geldi. Askerin yanına sokularak:
-Ne kof ţeymiţsin sen,
dedim, dikkat etsene, seni yere yuvarlayan adam bizden
değildir. Ne diye kendisine karşı
durmadin ? Şimdi tekrar yanına gelirse,
sıkı dur, gücün yetiyorsa, bir kafa da sen ona vur !..
Sonra, Fon
Sanders’e dönerek :
-Sizin takatsiz
sandiğınız asker, boş bulunduğu için
yere yıkılmış. Türk askeri amir
karşısında dünyanın en uysal insanı olur.
Kendisine söyledim. Hele
gelsin, bak bir daha beni yikabilir mi ?
diyor.
Fon
Sanders, askerlerle şakalaşmasını
severdi. Gülerek aynı askerin yanına
geldi. Fakat eli ile dokunur dokunmaz, o dermansız mehmetten göğsüne öyle bir kakma
yedi ki, derhal sırtüstü
yuvarlandı. Fon Sanders, mehmetçiğin bu karşılığına hiddet etmemiş, bilakis Türk askerine karşı olan hayranlığı
artmıştı. O kadar ki, yerden kalkınca ilk iţi, gidip hasta Türk askerinin elini sıkmak oldu.
Atatürk sözünü
- İşte, türk askeri budur !.. diyerek bitirmiştir.
Ţimdi konuţabiliriz!
Musolininin Akdeniz illerimize
göz diktiği sıralardaydı.İtalyan elçisi, Atatürk’e, Musolininin bazı isteklerini söylemişti. Atatürk bu sözleri bir süre dinledikten
sonra,
-Birkaç dakika sonra konuşalım, diyerek başka odaya geçti. Döndüğü zaman
asker elbisesi üzerindeydi.
- Şimdi istediğiniz
gibi konuşabiliriz sayın elçi!
dedi.
Böyle geçilir…
İngilizler Çanakkalede Anafartalar grubunu mağlup edip de
cepheyi sökemeyince yeni bir harakete giriştiler, bu cepheyi sağdan çevirmek istediler.
Düşmanın planını bozmak için Kireç Tepeyi tutmak lazımdı;
Halbuki oraya giden tek bir dar yol savaş gemileri tarafindan makaslama ateş
altında tutuluyordu. Her an otuz
sekizlik gülleler korkunç patlayıcılarla ortalığı alt üst ediyor; Ölüm
saçıyordu; bir insanın değil, kuşun bile
geçmesine imkan görülemiyordu.
Kireç
Tepeyi tutmak emrini alan Türk subay ve askerleri tereddüt içndeydiler; firsat
gözetiyorlardı. Lakin düşmanın ateşi bir
an bile kesilmiyordu.
Atatürk bu
hali görünce siperlere koştu; askerlerin arasına karıştı ve sordu:
- Niçin
geçmiyorsunuz?
Cevap
alamayınca;
-Oradan
böyle geçilir!.. dedi ve ileri fırladı.
Mehmetçik artık dururmu? O da
kumandanının ardından ileri atıldı.
Toz, duman, alev ve ölüm kasırgasını yaran askerler
karşıya vardılar; tepeyi tuttular.
İngiliz Kralına verilen ziyafet
İngiliz
kralı VIII. Edward İstanbul’a Atatürk’ü ziyarete geldiği zaman, Atatürk
kendisine bir akşam ziyafeti vermişti. Ziyafetten önce:
- “Bana
İngiltere sarayında verilen ziyafetler ne şekilde olur, onu bilen birisini
yahut bir aşçı bulunuz!...” dedi.
Ve nihayet
bu sofra merasimini bilen bir zattan öğrenerek sofrayı o şekilde düzene
koydular... Akşam kral sofraya oturunca kendisini kral sarayında zannederek
memnun oldu. Atatürk'e dönerek:
- “Sizi
tebrik eder ve teţekkür ederim. Kendimi İngiltere’de zannettim" diyerek
memnuniyetini bildirdi.
Sofraya hep
Türk garsonlar hizmet etmekte idi. Bunlardan bir tanesi heyecanlanarak,
elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere yuvarlandı. Yemekler de halılara
dağıldı. Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler. Fakat Atatürk Kral'a
eğilerek:
- “Bu
millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim!” dedi. Bütün
sofradakiler Atatürk'ün zekasına hayran oldular. Atatürk garsona da “vazifene
devam et” emrini verdi.
Doğuşundaki fevkaladelik…
|
Atatürk
kendisini insan üstü bir varlık olduğunu söylemelerini hiç hoş karşılamazdı.
Çocukluk arkadaşı nuri conker'in sert şakalarını büyük bir neşeyle dinler ve
hepimizin önünde tekrarlattırırdı.
Bir gün
sofrada ismini zikretmek istediğim bir zat :
- paşam,
demişti. Kimbilir çocukluğunuzda ne müstesna bir insandınız. Kimbilir, ne
harikulade hatıralarınız vardır. Atatürk güldü ve nuri conker'e döndü:
- nuri,
anlatsana!.. Dedi.
Nuri bey
her vakitki şakacı diliyle:
- bakla
tarlasında karga çobanlığı ederdi, cevabını verdi. Deminki suali soran zat,
lafın bu yolu almasından fena halde ürktü. Suali ortaya attığına bin kere
pişman oldu:
- aman
efendimiz... Diyecek oldu. Atatürk hemen sözünü kesti:
Bana
insanlar üstünde bir doğuş atfetmeye kalkışmayınız.doğuşumdaki tek
fevkaladelik, türk olarak dünyaya gelmemdir
Efelerin akşamı
Atatürk'ün Ankara'ya ayak basışının yıldönümü halkevinde
ilk defa kutlanıyordu. Ankaralıların gönülden kopan kadirşinaslığı ile
gündüzden beri heyecan içinde olan Atatürk efelerin oyunundan sonra yanına
gelmelerini istedi. Efeleri yakınına konmuş iki sandalyeye oturmağa davet
etti.
- Şimdi size soframdakileri tanıtayım.
Bu büyük bir alimdir, tarih yazar ve okutur. Bu büyük bir yazıcıdır, olanı ve
olacağı dile getirir.
Sofradakilerin hepsi için mahsus iltifat
ve mübalağa dolu vasıflar buluyor, keskin, kesin, özlü methiyeler
sıralıyordu. Sıra seymenlere geldi onlara döndü ve masadakilere tanıttı :
- Bunlar da, bu dünyanın en kahraman
milletinin en yiğit insanlarından.
Bana gelice, eğer bundan daha iyi tarihimizi bilmesem, bundan daha iyi
dertlerimizi dile getiremeseydim, bundan daha iyi asker, bundan daha iyi
hatip ve sizden biraz daha yiğit olmasam başınız olmazdım!
Biran başını önüne eğdi, biran yüzünde
koyu bir pembelik dolaştı gülümseyerek seymenin birine hitap etti:
- Bırak şunu bunu; ne Mustafa Kemal, ne
reisicumhur ... İkimizde Türk, ikimizde efe ... Sen beni bilmiyorsun , ben
seni... Dağda karşılaştık;benden korkarmısın, korkmaz mısın?
- Sayende düşmandan korkmadık kı, senden korkalım.
Cevap Atatürk'ün hoşuna gitmemişti :
Düşmandan tabii korkmayacaksın, düşman bir başka, Türk değil ki korkasın gel
bakalım, tam efe misin?
Başını dizine doğru çekti, gel bana
desteklik et bakalım , dedi. Ve onun boynuna namlusunu dayadı; duvarın bir
yerine nişan almaya başladı kurşun boynunun tüylerini yalayarak geçen
seymende hiçbir kımıldama yoktu, oradakiler seymenin korkudan bayılığını
sanıyordu, kurşunlar bitmişti.
Seymen doğruldu, yüzünde ne bir
pembelik, ne bir sarılık vardı, hiç titremeyen, belki biran gürleyen ve gülen
bir sesle;
- Kurţunlar bitti mi , paţam? Diye sordu
:
Bu yüzdeki huzuru biranlık bakışla sezen
Atatürk seymenin ata kurşunu insana zarar vermez inancı ile öyle dimdik ve
sakin kalabildiğini anlamıştı. Birden tabancayı yere attı, gözlerinden iri
yaşlar damlıyordu. Hıçkırıklı bir sesle dediki
- Demin söylediklerim yalandı, yanlıştı.
Ben herşey değilim, ben hiçim. Ben hiç olurdum, eğer bu millet bana böyle
inanmasaydı. Bu millet kılı kıpırdamadan benim uğruma canını vermeye hazır
olmasaydı, ben hiçbir şey yapamazdım.
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder