27 Ağustos 2012 Pazartesi

Tasavvuf Edebiyatı


                                                           TASAVVUF

 

            Allah-û Teâlâ insanları yarattığından, onları teklifle mükellef kıldığından ve onları Adem’den vücuda, yokluktan varoluşa çıkardığından beri insanlar hep birer yolcu olmuşlardır. Bu yolculuklarını ancak ya cennete ya da cehenneme vardıklarında bırakabilirler.

                                               İbn Arabî

                                               Nurlar Risâlesi

 

 

 

“Bütün yaratılmışlar,kimsenin anlamadığı bir hikayenin içinde yaşamaktadırlar”

                                                                                  Orhan Pamuk

           

Tanrının dünyayı yaratması “kün” demesinden ibarettir.Onun sadece “ol” demesinden bütün kainat meydana gelmiştir.Ve yarattığı insana en büyük ihsanı da “akıl”dır.Ancak bizlere sunulan bu akılla,yer yüzündeki her olayı çözümleyip anlamamız mümkün değildir.İnsan aklının da nihayetinde erişemeyeceği noktalar kesinlikle vardır.İşte bu yüzden biz insanlar tam olarak anlayamadığımız bir hayatın içinde,kendi hayatlarımızı yaşıyoruz.Karanlığa düştüğümüz noktalarda ise bizi aydınlatacak,bize yol gösterecek, “kün” diyerek bizi ve alemi yaratan Tanrının kitabı olan Kuran-ı Kerimdir.

 

            Tasavvuf da Tanrının niteliğini,evrenin oluşumunu ve insanın Tanrı ile bütünleşmek için iç dünyasında yaptığı gelişme yolculuğunu,varlık birliği(vahdet-i vücûd) anlayışı çerçevesinde açıklayan bir düşünce ve din akımıdır.Bu akıma göre,evrende var olan her şey Tanrının bir parçasıdır ve yine ona dönecektir.Tasavvufta ana erek,başlangıçtaki özle/Tanrıyla bütünleşmek,onunla bir olmaktır.Çünkü tüm yaşam o öze doğru yapılan yolculuktaki ara basamaklardır yalnızca.

            “Tanrı,kainat ve insanı bir bütün içinde görme ve insanın Tanrı ile,insanın başka insanlarla,insanın kendisiyle olan ilişkilerini bu bütünde arama ve açıklama,en eski toplumlardan başlayarak oluşmuş bir yoldur.Bu bakımdan “tasavvuf”un kaynağını eski Hint ve İran geleneğinde ve bu gelenekten ilham alarak Yeni-Eflatunculuk felsefesinde arayanlar haksız gösterilemez” (Meydan Larousse)

            Eski Hint dinlerinden Brahmanizm’de Brahma başlangıçtır;sonsuz mutluluk onun bedeninde erir.Budizm’de ise amaç,bu dünyanın üstünde farklı bir boyutta hiçliği yaşamak,Nirvana’ya erişmektir;Antik Yunan’da da Pythagoras(M.Ö. 584) maddesel dünyanın ötesinde,düşünce/anlam düzleminde başka bir dünya olduğuna inanmaktaydı.Ksenophanes(M.Ö. 600) tüm evrende tek bir Tanrı gördüğünü,nereye baksa onunla karşılaştığını söylüyordu.Platon(M.Ö. 427) ise ünlü idea kuramıyla bu görüşü desteklemekteydi.Ona göre,dünyadaki eşyaların/nesnelerin özde kendi başlarına bir varlıkları yoktu;her nesnenin soyut düzlemde bir özü,bir ideası vardı;gerçek olan o ideaydı.*Ruh,cismin karanlık hapishanesine düşmeden önce bu idealar dünyasındaydı ve orada tüm ideaların kendisi olan Tanrıyı görmüştü.Stoacılar da insanın bir mikro evren olduğunu,tüm evrenlerin ruhunun ise Tanrı olduğunu söylüyorlardı.

            Bütün bu görüşleri Hıristiyanlıkla bileşime  ulaştıran Yeni Platoncular,Batı mistisizmini(batı dinlerini ve batının din anlayışını)olduğu kadar,İslâm tasavvufunu da etkilediler.Plotinos’a (M.S. 205) göre,duyularla algılanabilen bu somut dünyanın üstünde,düşünsel düzlemde kavranılabilen  bir başka acun daha vardır.Somut düzlem,soyut düzlemin bir yansımasıdır yalnızca.**Tanrı,akıl yolu ile bilin(e)mez,Tanrı’yı bilmek,sezgi ve duygu düzleminde,vecd (kendinden geçecek,kendini unutacak kadar ilâhi aşk hali) yoluyla olur.(İlk paragraf:Tanrının bize sunduğu akılla her şeyi anlamamız mümkün değildir.Bu yüzden de Orhan Pamuk’un dediği gibi bizler henüz kimsenin anlayamadığı bir hikayenin içinde yaşamaktayız)

            İslâm tasavvufundaki sistemleşmenin ilk belirtileri,İslâmiyet’in ortaya çıkışından iki yüzyıl sonra Arabistan,İran ve Horasan’da görülür.Kurân’ı biçimcilikten uzak yorumlayan,içindeki simgeleri çözümleyerek onun özüne inmeye çalışan İslâm mutasavvıfları,diğer mistiklerle aynı ortak paydada buluşurlar: “Varlık tektir,birdir,vücûd-ı mutlak olan Tanrı varlığından ibarettir.Mutlak varlık aynı zamanda mutlak iyilik (hayr-ı mutlak) ve mutlak güzelliktir (hüsn-i mutlak).

            Evrenin oluşumu,Tanrının kendini somut koşullarda tanıma isteğinden kaynaklanmıştır.Bir hadiste şöyle der Tanrı: “Ben gizli bir hazineydim,bilinmekliğimi istedim.” Bu,Tanrının kendini maddesel bir evrende tüm koşullarda deneyimlemek istediği anlamına gelir.İslâm tasavvufu,tüm evrenin Tanrının görünümlerinden oluştuğunu düşünür.Evrendeki görünümler içinde Tanrı’yı en iyi yansıtan varlık ise,İslâm mutasavvıfının aşkla bağlandığı Muhammed’dir.

            Aşk tüm evreni bir arada tutan güçtür.Önemli olan hakiki aşk’tır,,Tanrı aşkıdır.Aşk,Tanrıya ulaşma çabasında ön koşuldur.Tasavvuf ise,Tanrı aşkıyla dolu insanın Tanrı’ya ulaşmak için gittiği yoldur.Mutasavvıf Tanrı’ya ulaşana dek bu yolda çeşitli mertebelerden geçer.Bu mertebelerde irfan denen gönül bilgisi edinir,onunla olgunlaşır,aydınlanır.Aydınlanma, “nefse karşı girişilen ve barışı olmayan bir savaştır.Herkesin yükünü çekmek,kimseye yük olmamaktır.Hakkın seni senden öldürmesi ve kendisiyle yaşatmasıdır.Temiz bir kalp,pâk bir gönüle sahip olmaktır.”

            Yolun sonunda ise nur vardır.Bu;dünyasal varlığın üstüne çıkan insanın,onu öldüren insanın “bir tür,Tanrı’dan doğuşudur.Tanrı’dan doğuş bir “nur”un açılışı,patlayışı gibidir.O yalnız gönül gözüyle görülür.İrfanın sağladığı olgunlukla sezilir.”

            Tanrıyla bütünleşmek,onunla bir olmak demektir;varlık birliğine,vahdet-i vücûda ulaşmaktır.Tasavvuf yolu,insan-ı kâmilin (olgun insan,ermiş insan,gerçek insan) doğuş sürecidir.İnsan-ı kâmil,dünyasal kaosun ve onun tutku/çıkar/prestij çarkının dışında yaşayan;sıradan insana oranla farklı değerler sistemine sahip bir tür üstinsandır.

            Tasavvuf,insanın,insan-ı kâmil mertebesine gelene kadar geçirdiği yolculuklar(iç dünyasındaki yolculuklar)dır bir anlamda.Yolculuk bin yıllardır edebiyatın konusu olmuştur,arketip özelliği taşır.Hangi din geleneğinde olursa olsun mistikler,insanın Tanrıya ulaşmak için iç dünyasında yaptığı aşamaları “yol” simgesiyle canlandırmaya çalışmışlardır.Âşık Veysel’in bu bağlamdaki dizeleri yol simgesinin en ünlülerinden biridir:

“uzun ince bir yoldayım / Gidiyorum gündüz gece” der Âşık,yaşamından ve onun bir uzantısı olan iç yolculuğundan söz ederken.Yine Şeyh Galip’in “Hüsn ü Aşk”ında,Aşk’ın Tanrıyı arayışı yine yolculuk simgesiyle dile getirilir.Attâr’ın (Mevlâna Celaleddin Rûmi ile beraber Türk İslâm tasavvufunu kuran edip ve düşünür) Tanrıyı arayan kuşları ise sürekli yollardadır.

            Hıristiyan Ortaçağı viator(yolcu) ideolojisiyle bütünleşmiştir. “Yol da,gerçek de,yaşam da benim,” der İsa.( İncil-Juhanna).Yolculuk,değer mistik sistemlerde olduğu gibi dinin gösterdiği yola girme anlamını taşır.Dante’nin “İlahi Komedya”sı “Hayat yolumun yarısında kendimi karanlık bir ortamda buldum” diye başlar ve bu yolculuk mistik katmanlarda devam eder.

            Alman romantiklerinden Novalis’in de yol simgesini şu cümlesinde bulabiliriz: “Biz ruhumuzun derinliklerini tanımıyoruz,O giz dolu yol içimizin derinliklerine yönelir.Tüm dünyalarıyla sonsuzluk,geçmiş ve gelecek içimizdedir ya da hiçbir yerde.”

            Rainer Maria Rilke ise yol simgesine daha farklı bir boyuttan yaklaşarak onu bir “hac yolculuğu” olarak görerek şöyle der: “Tanrım,yüzlerce hacıdan oluşan bir alay olmak isterdim senin yolunda...Oysa sana giden yol öylesine uzak ki...”

            **İç dünyanın odağını oluşturduğu 20. yüzyıl romanında da yazarlar kişilerini soyut düzlemde yolculuklara çıkarırlar.Ancak bu kez,yol artık Tanrı’ya gitmemekte,maddenin egemenliğindeki bir dünyada kimliğini yitirmiş insanın,kendini umutsuzca arayışını simgelemektedir.

            Orhan Pamuk bir romanında kahramanına şöyle dedirtir: “Sonra düşündüm de,hissettim de,aslında kusursuz da değildi an,bir şey eksikti...Nedir hayatı eksik kılan?” Yaşamda eksik olan,20. yüzyıldan başlayarak maneviyatın kaybedilmesi ve çağ insanının yolunu şaşırmasıdır.Ancak şunu da unutmamak gerekir ki,hayatı eksik kılan şey de gözlerimizin önünde değildir(insan aklı bunu kavrayamaz)

            İnsan Tanrıyla bütünleştiği anda( tanrıda yok olma ve aynı zamanda onda bâki olma-fenafillah,bekafillah) hayat dediğimiz kargaşanın asıl anlamı gözlerimizin önünde belirir.O zaman döneriz evimize..İşte her şey bu kadar basittir,o eve dönmeden,Tanrıyla bir olmadan,hayatın sırrına ve mutluluğuna nâil olamayız.Bu yolculuğun çıkış yeri ise insanın vicdanıdır.Bu vicdan yolculuğu insanı ya eve götürür ya da ona yolunu yitirtir...

 

                                                   KUTSAL KİTAP

 “El-Tekvir suresi,içinde her şeyin yazıldığı kitabın inişini ve akıp giden kaybolan ve aydınlanan yıldızlar arasında,karanlık geceyle ağaran güm arasında Cebrail’in ufukta Muhammed’e  görünüşünü anlatır.”

 

            Kitap İslâm terimleri dizgesinde Tanrının kitabı mânasına gelir.Kuran demektir,peygamber aracılığıyla iletilen Tanrı buyruklarının bütününü içerir, “en son ve en yetkin olarak söylenmiş ve dini tamamlamış olan ‘Tanrı sözü’dür, ‘Kelâmullah’tır.

            Kelâm(söz),Tanrının sekiz belirtik niteliğinden yedincisidir.Tanrı evreni bir kelâmla,bir sözcükle yaratmıştır; kün (ol!) buyruğunu oluşturan sözcüktür bu.

            “Biz bir şeyi dilediğimizde,onun hakkında söyleyeceğimiz söz  ‘ol ’ demekten ibarettir,o hemen oluverir.” (Nahl Sûresi/40 ) Böylesine büyüktür sözcüğün gücü;tüm evren bir sözcükten oluşmuştur.

            “Varlıklardan her biri Allah’ın bir kelimesidir.” (Süleyman Uludağ ) Bu bağlamda Allah’ın kelimeleri anlamına gelen ‘Kelimetullah’ ,aynı zamanda Allah’ın yaratıkları demektir.Bir İslâm tarikatı olan Hurûfîlikte kullanılan alfabenin 32 harfi için ‘kelime-i Âdemiye denir,bu,evren ve evreni içinde taşıdığı düşünülen âdem (insan ) anlamına gelmektedir.İnsanın da evrenin de temeli sözcüktür.Şair Oktavia Paz Şöyle der: “Söz insanın kendisidir.Hepimiz sözden ibaretiz.Sözler yegâne gerçeğimizdir.”

            Şunu da belirtmek gerekir ki,Kitabı yaşama çevirme,kişisel bir eylemdir.Önemli olan,kişinin kitabı/yazgıyı/yaşamı nasıl değerlendirdiğidir.Mevlâna’nın dediği gibi, “şüphe yok ki her okuyan,ancak aklı miktarınca anlar.” (Mesnevi III )

                                  

                                                   ÂŞIK İLE MÂŞUK

                                                                    “Aşk Allah’a kavuşmaktır.”

 

            İnsanın bu dünyadaki var oluş nedenini Yunus Emre de, Mevlâna da,diğer vahdet-i vücût (varlık birliği ) düşüncesini benimseyen mutasavvıflar da Tanrı aşkıyla açıklarlar.Çünkü mutasavvıfın yaşamını sürdürmesi için tek nedendir Tanrıya duyduğu aşk.Onun yaşam amacı,Tanrıya ulaşmak,onunla bir olmak,daha yaşarken sonsuzluğa,mutluluğa erişmektir.

            “Mistisizmi ‘mutlak aşk’ diye de tanımlayabiliriz.Çünkü gerçek mistisizmi,basit bir çilecilikten ayıran güç,aşktır.” (Annemaria Schimmel)

            Canan’a ( Canan:Yâr,mâşuk,sevgili. Tasavvufta: 1.Mevlâ,Rab,Allah 2. Allah’ın kayyûmiyet-allahın ebedi ve ezeli oluşu- sıfatı.Tüm varlıklar bu sıfat sayesinde varlıklarını korur ve sürdürürler.Kayyûmiyetle ilişkisi kesilen varlıklar bir daha var olamazlar,derhal yok olup giderler..kaynak:Irakî,Tehânevi ) )karşı beslenen mutlak aşktır söz konusu olan.Yani bir mutlakla,hayatın anlamıyla,olmazsa olmazla,bütün dünyayı yakmayla ilgili  bir aşk.Mantık yanı zayıf,tutku yanı kuvvetli ve saflığı,insanın kendi evinde olma isteğine denk düşen bir aşk...

 

            “Tasavvuf inancında,mecazi ve hakiki olmak üzere iki tür aşk vardır.Biri geçici olana;öbürü,ebedi ve hakiki olana,Tanrıya duyulan gerçek aşktır.İnsan Tanrı aşkını,insana duyduğu mecaz aşkında dener ve geliştirir.” (Meydan Larousse)

            Aşk insanı bir hedefe yöneltir,hayatın eşyaları içinden çekip çıkarır ve en sonunda dünyanın sırrına doğru götürür.

           

            **Şeriat:Tasavvufta Allah’a giden yolun dışı ve içi –zâhirî ve Bâtınî yönü- vardır.Kuran’ı sözcüklerin ilk anlamıyla anlayıp uygulayan biçimci eğilim,İslâm terimler dizgesinde şeriat diye tanımlanır.Buna karşı Kuran’daki simgeleri çözümleyip,örtük anlamdaki evrenselliği yakalamaya çalışan eğilim ise hakikat diye anılır.Bu bağlamda mutasavvıflar,hakikat yolcularıdır.

 

            Yaşamdaki her şey oyundur.Oyundan uzaklaşıp gerçek yaşama ulaşmak için ana koşul ise,dünyasal kimlikten vaz geçmektir.

 

            Italo Calvino’nun şu yaklaşımı çok önemli ve düşündürücüdür: “Her zaman saklı ya da yalnızca potansiyel halinde  veya varsayımsal bir şeyin arayışı içinde olduğumuzu düşünüyorum.Bu şeyin yüzeyde beliren izlerini sürüyoruz.”

            Görüldüğü gibi bunların arkalarında yer alan gizli simetriye ulaşmaktan ne kadar da uzağız.

                       

MİSTİK BİR VAROLUŞ

Tasavvuf yolunda gelişmiş insanın  yer aldığı üst basamaklarda,kişi onu Tanrıdan ayıran “nefs”ten kurtulmuş, ‘kişiliğinin ve varlığının aslında ne kadar da biricik olduğuna inanma’ yanılgısından arınmıştır;kendini bir Bir’in/bütünün yalnızca bir parçası olarak görmektedir,tüm evren ve içindekiler Tanrının yansımalarıdır.

            Evrensel özne-nesne bütünlüğünün henüz bozulmadığı,doğanın bir parçası olarak sürdürülen,birey kavramından ve uygarlıktan uzak yaşam biçimleri tasavvufun özüyle çakışan eğilimler gösterir.Arkaik ontolojide “insan,bilinçli davranışında daha önce başka birisi tarafından yapılmamış ve yaşanmamış herhangi bir eylemi yaptığını ileri sürmez.Onun yaptığı her şey daha önce yapılmıştır.Yaşamı,başkalarında başlatılmış hareketlerin bitmek bilmez tekerrürüdür...Her jest bir ilk eylemi tekrarladığı ölçüde anlam ve gerçeklik kazanır.”

           

                                   İNSAN-I KÂMİLİN OLUŞUMU 

            Tasavvuf dilinde,Tanrıda yok olan insandır insan-ı kâmil;ruhsal yönden gelişmiştir;özne-nesne ayrımını aşmış,Allah’la bütünleşmiştir;gerçeği kavramış,kendisi gerçek olmuş bir yaşam sanatçısıdır.

            Tasavvufun insan-ı kâmili “olgunlaşan,geçici varlıklardan kendini sıyırıp,kalıcı öze yönelmeyi başaran insandır.Tanrıya giden yol üzerinde adım adım ilerler.Bu ilerleme bir yükseliş,az olgundan çok olguna (ekmel’e),başka bir deyişle Tanrıya gidiş demektir.İnsan Tanrıya yükselirken bir çok manevi basamaktan geçer.Bir yükseliş niteliği taşıyan bu ‘geçiş’, kâinatın değişik katlarını aşmak anlamına gelir.Son kattan sonra bütün varlık türlerini özünde yansıtan,onların ilksiz sonsuz kaynağı olan Tanrısal kat ‘nur’ gelir.İrfanla olgunlaşan insanın yetkinliği oranında Tanrı,onun gönlünde bir nur olarak belirir.”

Mistiklere göre,insan dünyasal değer/ahlak ölçütlerinden uzaklaşıp yaşamı evrensel/kozmik ölçütler çerçevesinde algılamayı sürdürdükçe,ya da sûfilerin dediği gibi gönül aynasını parlattıkça,söz konusu nur daha göz kamaştırıcı olmaktadır.

Yaşamla bütünleşen,Tanrıdan korkmak yerine onu seven,kutsal kitapların tapınılacak nesneler değil de başvuru kitapları olduğunu anlayıp içindekileri yaşama geçiren bu insan,bir tür üstinsandır,evrimleşmiş insandır.Tasavvuf onu,tüm evrenin yaradılış amacı olarak görür.Simurg’un yaşadığı söylenen o en uzak dağa ulaşmış  kişidir o.Bu insan “sahip olmak değil,var olmak istemektedir.” Ve “ dünyayı bir bütün olarak,tüm duygusal ve düşünsel birikim bulaşıklıklarından arıtılmış olarak,dolaysız olarak kavrama aşaması”na gelmiştir.

           

Bir’in parçası olmak,evrenle,tüm insanlarla birlik olmak;yüceyi sıradanın içinde yakalamak klasik uyum anlayışının yansımasıdır.Tasavvufun ana ereği de uyumdur,evrenle/yaşamla bütünleşmek,içinde bir damla olarak onunla birlikte akmaktır.Bir hakikat ustası olan Yunus Emre’nin “Yetmiş iki millete birlik ile bakmayan / Halka müderris olsa hakikate asidir.” Sözünde de dile gelir bu gerçek.Yunusun da bir üyesi olduğu Melâmilik,dini yaşamla bütünleştiren    bir hakikat  yoludur,bir yaşama biçimidir.Tasavvufun bu yaşama biçiminde,iki dünyanın –soyut ve somutun,madde ve anlamın- birlikte yaşanmasıdır söz konusu olan.

Bunun için de yalnızca sezgi ve duygu boyutuyla değil,akılla da kavranmalıdır dünya.

 

                                               VUSLAT

                                   “Varolmak sana sarılmaktır” (Orhan Pamuk-Yeni Hayat)     

Tüm mistiklerin ana ereğidir Tanrıya ulaşmak,onunla varlık birliğini gerçekleştirmek;Müslümanların vahdet-i vücut,Hıristiyanlarınsa unio mystica dedikleri olgudur bu;Kuran’da “ sonunda ancak Allah’a dönülecektir” (Âli İmran Sûresi/28) biçiminde dile getirilir.İslâm tasavvufunda fenâfillah ve bekâbillah adı verilen makamların anlam içeriğiyle örtüşür;Tanrı ile birleşmek ve onunla birlikte fâni  olarak bâki olmak demektir.

            Tasavvuf edebiyatının ana motifini vuslat düşüncesi oluşturur.Yunus’un ünlü dizeleri,Tanrı ile bütünleşmiş,varlık birliğine ulaşmış kişiyi anlatır: “Beni bende demen bende değilim/Bir ben vardır bende benden içeri.”

            Başta Novalis ve diğer Alman romantiklerine göre,tüm evren mutlak bir ilk özden oluşmuştur ve yine ona dönecektir.Romantizm akımının düşünsel altyapısını öğretisinde ortaya koyan Fichte için de amaç bir tür varlık birliğidir;Ben ile ben olmayan arasında ulaşılacak bir sentezdir.Bu sentez Mutlak Ben’dir,Mutlak Ben eksiksiz bilgi ve kusursuz ahlaklılıktır,sonsuzlukta yer alır;Tanrıdır..

            Nur,İslâm edebiyatında Tanrı anlamında kullanılır,tasavvuf dilinde,maddesel evrende görüş alanına giren Tanrı’yı dile getirir.Kutsal kitaplarda Tanrı peygamberlere nur biçiminde görünür. “Bâtıni bir nurdur ki alemin ruhudur.Âlem bu nur ile dopdoludur.Bu nurun sonu,sınırı yoktur.O sonsuz bir denizdir.Hayat,ilim,irade,kudret bu nur ile kaimdir.Belki her şey bu nurdan ibarettir.” Nur kavramını böyle açıklar “İbn Arabi’de Varlık Düşüncesi”nde Ferid Kam.

            Mistikler için,kutsal olanla bütünleşmenin bir yolu da ölümdür.Mevlâna’nın ölüm yıl dönümünü Mevleviler,düğün gecesi anlamına gelen “şeb-i arus” tanımıyla adlandırırlar.Tanrı ile insanın ölüm yatağındaki zifaf ( gerdek ) geceleridir bu.Bu açıdan baktığımızda ölüm adeta özlenen bir durumdur.

            Mistik görüş ölümü bir yok oluş anlamında almaz;bedenin/maddeselliğin ortadan kalkması,ruhun özgür kalması ve onun Tanrı ile bütünleşmesi demektir ölüm.Yine bu görüşe göre;bir yanılsama olan ve gerçekte var olmayan maddesel boyutun ürünü olan bedenin yok olması o kadar da önemsenecek bir şey değildir,gölge oyununun bittiğini gösterir yalnızca. “Mecazın en aşağı derecesinden hakikat mertebesine yükselen arifler,varlık aleminde Cenab-ı Hakdan başka varlık olmadığını,Ondan başka ne varsa hepsinin yok olucu yani mâdum hükmünde bulunduğunu,apaçık iyanen görmüşlerdir.Eşyanın yok oluşu bir zamana bağlı değildir.Belki eşya ezelden ebede kadar mâdumdur(yoktur)”İmam Gazâli’ye göre.

            Dünyasal bedenin yok olması-ölmesi- aynı zamanda dünyasal saplantılardan/tutkulardan/değer ölçütlerinden arınmayı simgeler,kendini Tanrı’da yok ediştir;fenâ ve bekâ makamlarındaki yokluğa/hiçliğe ulaşmaktır.Ölümle daha yüksek bir yaşama ve tinsel dirilişe erişecek olan mutasavvıfın amacıdır ölüm.Maddesel ya da tinsel düzlemde olsun,her ölüş onu daha yüksek bir tinselliğe yüceltir.Bu nedenle “Öldürün beni vefâkâr dostlarım/Çünkü ölmem,yaşamam demektir benim.” der Hallac-ı Mansur,ölüm sonrasına özlemle bakarak.Hermann Hesse’nin  “O bir son olmayacak,tersine,bir yeniden doğuş olacak” dediği bir dönüşümdür bu.Goethe de bu dönüşümü şöyle anlatır: “Doğum ve mezar,/Sonsuz bir denizdir,/Bir geliş ve bir gidiştir.”

                       

                          BİÇİM DÜZLEMİNDE TASAVVUF ÖĞESİ

            Geleneksel tasavvuf edebiyatının ana biçim öğesi alegoridir.Alegori,soyut bir kavram ya da belirgin bir düşüncenin,akılcı-rasyonel- düzlemde açık bir biçimde kavranabilecek bir imge aracılığıyla dile getirilmesi anlamına gelir.

            Simge ,birçok kavram çağrıştırır,çeşitli anlam katmanlarını devreye sokarken,alegorinin yalnızca tek bir anlam içeriği vardır.

            Tasavvuf edebiyatı alegorisinde gül  Allah/mâşuk/sevilen, bülbül ise derviş/âşık/sevendir;sâki Allah sevgisini isteyenlere sunan mürşit,şarap Allah ilminin özüdür/aşktır, meyhane Allah ilminin sunulduğu yer olan tekkedir, sarhoş ise mürşidin verdiği mâna şarabıyla kendinden gelen derviştir.

            “Aşkın şarabıyla oldum sarhoş” diyen şairin bu dizesinin ardındaki tasavvuf düşüncesini çözmek için, alegorilerin yerine saklı anlamlarını oturtmak yeterlidir.

            Doğuda da Batıda da mistikler edebiyat ürünlerinde bolca alegori kullanmışlardır.Ortaçağ Hıristiyan edebiyatı ve dinsel içeriği ağır basan barok edebiyatı büyük ölçüde alegorik metinlerden oluşur.

           

                        SAYI,HARF,RENK VE İSİM SİMGECİLİĞİ

1.Sayı ve Harf Simgeciliği:

            Evrendeki görünen/maddesel yapının özüne inip,onun gizini çözümlemek,o özdeki Tanrısallıkla bütünleşmek bütün mistiklerin amacıdır.Tüm evrenin Tanrının bir yansıması olduğu görüşü,dış görüntüyle bu öz arasında koşutluk kurmaya;bu yansımanın maddesel evrendeki simgelerini aramaya yönlendirir mutasavvıfı.

            Hurûfîlik bu arayışı inançlarıyla bütünleştirmiş bir İslâm tarikatıdır.Evrenin Tanrının sözüyle yaratıldığından yola çıkan Hurûfîlik;evrenin, söz ya da harflerden oluştuğunu düşünür;harflerle madde dünyasının özü arasında koşutluk kurar;harflerin,canlılığın/yaşamın özü olduğu görüşünü taşır.Bu öz ise dış dünyada harfler ve sayılar olarak kendini belli eder.Hurûfîler,insan yüzünde bazı harflerin açıkça göründüğünü öne sürerler,bu.Tanrının insandaki görünümü anlamına gelmektedir;özündeki kutsallığın insanın yüzüne vurmasıdır.

            Arap alfabesinin “32” harfi ise evrenin kendisi demektir Hurûfîlikte.Tasavvuf metinlerinin çözümlenmesinde harf ve sayı simgeciliği önemli bir yer tutar.Divan şiirinde –muamma türünde- kullanılan ve Hurûfîlikten izler taşıyan ebced hesabı da,harflere sayısal değer yükleyerek yapılan bir tür zeka oyunudur.

            Yahudilerin Kabalacılığı aynı eğilimde mistik bir akımdır.Hurûfîliği de etkilemiş olan Kabalacılıkta dünya,İslâm mistisizminde olduğu gibi Tanrının kendisini dışlaştırmasıyla oluşmuştur.Bu oluşma “32” daire aşamasıyla gerçekleşmiştir.Harfler ve sayıları kullanarak,onların büyüsel etkisinden yaralanmaya çalışan, bir eğilim gösterir Kabalacılık.Tanrısallığın bu harf ve sayıların arasına gizlendiğini,ancak onları okumasını bilene açıldığını düşünür Yahudi mistikleri.

            Sayı ve harf mistisizmini edebiyata taşıyan çağdaş yazarlar içinde en ünlüsü Umberto Eco’dur.Eco’nun “Foucault Sarkacı” tümüyle Kabalist mistisizminin ilkeleriyle yoğrulmuştur.Kitabın bölümlerine sefirot(daire) adını koyar Eco.

 

            Harf simgeciliğine gelince örneğin;

‘17’ sayısı Hurûfîlikte önemli bir sayıdır,her şeyin çift yaratıldığı görüşünden yola çıkarak, kutsal ‘7’ sayısının iki ile çarpımına-Kuran’daki gayri mükerrer harflerin toplamıdır bu- ‘fe’, ‘dal’, ‘vav’ harflerinin eklenmesiyle oluşur;buna muhkemat denir.

            Muhkemata müteşabihat denen ‘11’ harfin eklenmesiyle,yine kutsal bir sayı olan ‘28’ elde edilir.Bu toplama nihayetinde,bunların dışında kalan ‘pe’, ‘çe’, ‘je’, ve ‘sağır kef’in de katılmasıyla,Kabalistlerin kutsal sayısıyla çakışan ‘32’ ye varılır.’32’ tüm harflerin toplamıdır ve evren anlamına gelir.

 

            ‘3’ sayısı da gerek Müslümanlık gerekse Hıristiyanlıkta kutsaldır.Doğa üçlü bir devinimle işler;ana,baba ve ürünleri çocuktan oluşur.Hıristiyanlığın ‘kutsal üçleme’si ise Tanrı,Kutsal Ruh ve İsa’dan oluşan bir üçlüdür.(Teslis).Müslümanlıkta dûalar ve dinsel eylemler genelde ‘3’ kez yinelenir.Tasavvufun Bekâbillah makamı da ‘3’ aşamada tamamlanır ve ‘enel Hak’sözüyle  noktalanır; ‘Allah’ın hakkı üçtür’ deyişi buradan yola çıkılarak söylenmiştir.

           

            ‘7’ sayısı dinlerin kutsal sayıları içinde en önemlilerindendir.İslâmiyet’te  ‘Fâtiha’ Sûresi ‘7’ ayetten oluşmaktadır;gökte ‘7’ gezegen olduğuna inanılırdı;insanın yüzünün ‘7’ deliği,haftanın ‘7’ günü,göğün ‘7’ katı,cennetin ‘7’ kapısı vardır;dünya ise ‘7’ günde yaratılmıştır;tasavvuf yolu da ‘7’ aşamada tamamlanır.

 

            ‘19’ sayısının ise İslâmiyet’te Tanrı’nın simgesi olduğu düşünülür.Besmele Arapça’da ‘19’ harften oluşur.Kuran’da ‘19’sayısının katlarının  çok sayıda yer aldığı saptanmıştır.Örneğin Allah Sözcüğü Kuran’da ‘2968’ (19x142) kez yinelenmektedir. ‘19’ sayısındaki,en küçük tek sayı ‘1’ ile en büyük tek sayı ‘9’un birlikteliği,Tanrının tek olduğunu ve evrendeki çokluğun ise yine o ‘tek’ten oluştuğunu simgelemektedir.

 

            ‘13’ sayısı da Müslümanlıkta değilse bile Hıristiyanlıkta uğursuz bir sayıdır.Bu sayının uğursuzluğu İsa’nın Romalılar tarafından yakalanmasıyla ilgilidir.İsa’yı ele veren, ’13.’ havârîdir.(yardımcıdır)

 

2.Renk Simgeciliği:

            Tasavvufta iç dünya yaşantısının rengi mor’dur.Hint felsefesinde,evrenden insana akan kozmik enerjinin insandaki giriş noktaları olan çakralardan en üsttekinin renklerinden biridir mor.Tanrısal özle bütünleşme çakrası da diyebileceğimiz ‘taç çakra’dan giren enerjinin titreşimi mor,eflâtun ve beyaz renkleri oluşturur.

 

            Kırmızı tasavvufi açıdan fâni dünyanın(somut dünya) rengidir.Kırmızı maddenin,cinselliğin rengidir.Ruh bilim,kırmızının insana huzursuzluk verdiğini,onda saldırganlık duyguları ürettiğini söyler.Hintlilerin çakra sisteminde de en yere yakın çakradan giren enerjinin renginin kırmızı olduğu düşünülür.

 

*isim simgeciliğiyle ilgili ise Ibn-i Arabi’nin görüşü önemlidir.Ona göre isimler ile o ismi taşıyanlar arasında karşılıklı bir ilişki vardır.

 

Son olarak şunu söyleyebiliriz ki ÖZ’e dönüş aydınlanmadır,özgürlüktür,var olmaktır.Bu yol her zaman başlangıca dönecektir.Ve insan-ı kamildir,bu başlangıca dönecek olan.

 

            Kaynak:

Meydan Lorousse Cilt I-II

Edebiyatta Tasavvuf – Ferid Kam

Türk İslam Ansiklopedisi cilt 6-7-9

Cumhuriyet Kitap Eki:Orhan Pamukla Röportaj(20.10.1994)

Divan Edebiyatı Dünyasına Giriş-Ferid Kam

Yıldız Ecevit-Orhan Pamuk’u Okumak- sayfa 185-195

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder