TASAVVUF
Allah-û Teâlâ insanları yarattığından, onları teklifle
mükellef kıldığından ve onları Adem’den vücuda, yokluktan varoluşa
çıkardığından beri insanlar hep birer yolcu olmuşlardır. Bu yolculuklarını
ancak ya cennete ya da cehenneme vardıklarında bırakabilirler.
İbn Arabî
Nurlar Risâlesi
“Bütün
yaratılmışlar,kimsenin anlamadığı bir hikayenin içinde yaşamaktadırlar”
Orhan
Pamuk
Tanrının
dünyayı yaratması “kün” demesinden ibarettir.Onun sadece “ol” demesinden bütün
kainat meydana gelmiştir.Ve yarattığı insana en büyük ihsanı da “akıl”dır.Ancak
bizlere sunulan bu akılla,yer yüzündeki her olayı çözümleyip anlamamız mümkün
değildir.İnsan aklının da nihayetinde erişemeyeceği noktalar kesinlikle
vardır.İşte bu yüzden biz insanlar tam olarak anlayamadığımız bir hayatın
içinde,kendi hayatlarımızı yaşıyoruz.Karanlığa düştüğümüz noktalarda ise bizi
aydınlatacak,bize yol gösterecek, “kün” diyerek bizi ve alemi yaratan Tanrının
kitabı olan Kuran-ı Kerimdir.
Tasavvuf
da Tanrının niteliğini,evrenin oluşumunu ve insanın Tanrı ile bütünleşmek için
iç dünyasında yaptığı gelişme yolculuğunu,varlık birliği(vahdet-i vücûd)
anlayışı çerçevesinde açıklayan bir düşünce ve din akımıdır.Bu akıma
göre,evrende var olan her şey Tanrının bir parçasıdır ve yine ona
dönecektir.Tasavvufta ana erek,başlangıçtaki özle/Tanrıyla bütünleşmek,onunla bir
olmaktır.Çünkü tüm yaşam o öze doğru yapılan yolculuktaki ara basamaklardır
yalnızca.
“Tanrı,kainat
ve insanı bir bütün içinde görme ve insanın Tanrı ile,insanın başka
insanlarla,insanın kendisiyle olan ilişkilerini bu bütünde arama ve açıklama,en
eski toplumlardan başlayarak oluşmuş bir yoldur.Bu bakımdan “tasavvuf”un
kaynağını eski Hint ve İran geleneğinde ve bu gelenekten ilham alarak
Yeni-Eflatunculuk felsefesinde arayanlar haksız gösterilemez” (Meydan Larousse)
Eski
Hint dinlerinden Brahmanizm’de Brahma başlangıçtır;sonsuz mutluluk onun
bedeninde erir.Budizm’de ise amaç,bu dünyanın üstünde farklı bir boyutta
hiçliği yaşamak,Nirvana’ya erişmektir;Antik Yunan’da da Pythagoras(M.Ö.
584) maddesel dünyanın ötesinde,düşünce/anlam düzleminde başka bir dünya
olduğuna inanmaktaydı.Ksenophanes(M.Ö. 600) tüm evrende tek bir Tanrı
gördüğünü,nereye baksa onunla karşılaştığını söylüyordu.Platon(M.Ö. 427) ise
ünlü idea kuramıyla bu görüşü desteklemekteydi.Ona göre,dünyadaki
eşyaların/nesnelerin özde kendi başlarına bir varlıkları yoktu;her nesnenin
soyut düzlemde bir özü,bir ideası vardı;gerçek olan o ideaydı.*Ruh,cismin
karanlık hapishanesine düşmeden önce bu idealar dünyasındaydı ve orada tüm
ideaların kendisi olan Tanrıyı görmüştü.Stoacılar da insanın bir mikro evren
olduğunu,tüm evrenlerin ruhunun ise Tanrı olduğunu söylüyorlardı.
Bütün
bu görüşleri Hıristiyanlıkla bileşime
ulaştıran Yeni Platoncular,Batı mistisizmini(batı dinlerini ve batının
din anlayışını)olduğu kadar,İslâm tasavvufunu da etkilediler.Plotinos’a (M.S.
205) göre,duyularla algılanabilen bu somut dünyanın üstünde,düşünsel düzlemde
kavranılabilen bir başka acun daha vardır.Somut
düzlem,soyut düzlemin bir yansımasıdır yalnızca.**Tanrı,akıl yolu ile
bilin(e)mez,Tanrı’yı bilmek,sezgi ve duygu düzleminde,vecd (kendinden
geçecek,kendini unutacak kadar ilâhi aşk hali) yoluyla olur.(İlk
paragraf:Tanrının bize sunduğu akılla her şeyi anlamamız mümkün değildir.Bu
yüzden de Orhan Pamuk’un dediği gibi bizler henüz kimsenin anlayamadığı bir
hikayenin içinde yaşamaktayız)
İslâm
tasavvufundaki sistemleşmenin ilk belirtileri,İslâmiyet’in ortaya çıkışından
iki yüzyıl sonra Arabistan,İran ve Horasan’da görülür.Kurân’ı biçimcilikten
uzak yorumlayan,içindeki simgeleri çözümleyerek onun özüne inmeye çalışan İslâm
mutasavvıfları,diğer mistiklerle aynı ortak paydada buluşurlar: “Varlık
tektir,birdir,vücûd-ı mutlak olan Tanrı varlığından ibarettir.Mutlak varlık
aynı zamanda mutlak iyilik (hayr-ı mutlak) ve mutlak güzelliktir (hüsn-i
mutlak).
Evrenin
oluşumu,Tanrının kendini somut koşullarda tanıma isteğinden kaynaklanmıştır.Bir
hadiste şöyle der Tanrı: “Ben gizli bir hazineydim,bilinmekliğimi istedim.”
Bu,Tanrının kendini maddesel bir evrende tüm koşullarda deneyimlemek istediği
anlamına gelir.İslâm tasavvufu,tüm evrenin Tanrının görünümlerinden oluştuğunu
düşünür.Evrendeki görünümler içinde Tanrı’yı en iyi yansıtan varlık ise,İslâm
mutasavvıfının aşkla bağlandığı Muhammed’dir.
Aşk
tüm evreni bir arada tutan güçtür.Önemli olan hakiki aşk’tır,,Tanrı
aşkıdır.Aşk,Tanrıya ulaşma çabasında ön koşuldur.Tasavvuf ise,Tanrı aşkıyla
dolu insanın Tanrı’ya ulaşmak için gittiği yoldur.Mutasavvıf Tanrı’ya ulaşana
dek bu yolda çeşitli mertebelerden geçer.Bu mertebelerde irfan denen
gönül bilgisi edinir,onunla olgunlaşır,aydınlanır.Aydınlanma, “nefse karşı
girişilen ve barışı olmayan bir savaştır.Herkesin yükünü çekmek,kimseye yük
olmamaktır.Hakkın seni senden öldürmesi ve kendisiyle yaşatmasıdır.Temiz bir
kalp,pâk bir gönüle sahip olmaktır.”
Yolun
sonunda ise nur vardır.Bu;dünyasal varlığın üstüne çıkan insanın,onu
öldüren insanın “bir tür,Tanrı’dan doğuşudur.Tanrı’dan doğuş bir “nur”un
açılışı,patlayışı gibidir.O yalnız gönül gözüyle görülür.İrfanın sağladığı
olgunlukla sezilir.”
Tanrıyla bütünleşmek,onunla bir olmak
demektir;varlık birliğine,vahdet-i vücûda ulaşmaktır.Tasavvuf
yolu,insan-ı kâmilin (olgun insan,ermiş insan,gerçek insan) doğuş
sürecidir.İnsan-ı kâmil,dünyasal kaosun ve onun tutku/çıkar/prestij çarkının
dışında yaşayan;sıradan insana oranla farklı değerler sistemine sahip bir tür üstinsandır.
Tasavvuf,insanın,insan-ı
kâmil mertebesine gelene kadar geçirdiği yolculuklar(iç dünyasındaki
yolculuklar)dır bir anlamda.Yolculuk bin yıllardır edebiyatın konusu
olmuştur,arketip özelliği taşır.Hangi din geleneğinde olursa olsun
mistikler,insanın Tanrıya ulaşmak için iç dünyasında yaptığı aşamaları “yol”
simgesiyle canlandırmaya çalışmışlardır.Âşık Veysel’in bu bağlamdaki dizeleri
yol simgesinin en ünlülerinden biridir:
“uzun ince bir yoldayım /
Gidiyorum gündüz gece” der Âşık,yaşamından ve onun bir uzantısı olan iç
yolculuğundan söz ederken.Yine Şeyh Galip’in “Hüsn ü Aşk”ında,Aşk’ın Tanrıyı
arayışı yine yolculuk simgesiyle dile getirilir.Attâr’ın (Mevlâna Celaleddin
Rûmi ile beraber Türk İslâm tasavvufunu kuran edip ve düşünür) Tanrıyı arayan
kuşları ise sürekli yollardadır.
Hıristiyan
Ortaçağı viator(yolcu) ideolojisiyle bütünleşmiştir. “Yol da,gerçek de,yaşam da
benim,” der İsa.( İncil-Juhanna).Yolculuk,değer mistik sistemlerde olduğu gibi dinin
gösterdiği yola girme anlamını taşır.Dante’nin “İlahi Komedya”sı “Hayat
yolumun yarısında kendimi karanlık bir ortamda buldum” diye başlar ve bu
yolculuk mistik katmanlarda devam eder.
Alman
romantiklerinden Novalis’in de yol simgesini şu cümlesinde bulabiliriz: “Biz
ruhumuzun derinliklerini tanımıyoruz,O giz dolu yol içimizin
derinliklerine yönelir.Tüm dünyalarıyla sonsuzluk,geçmiş ve gelecek içimizdedir
ya da hiçbir yerde.”
Rainer
Maria Rilke ise yol simgesine daha farklı bir boyuttan yaklaşarak onu bir “hac
yolculuğu” olarak görerek şöyle der: “Tanrım,yüzlerce hacıdan oluşan bir alay
olmak isterdim senin yolunda...Oysa sana giden yol öylesine uzak ki...”
**İç
dünyanın odağını oluşturduğu 20. yüzyıl romanında da yazarlar kişilerini soyut
düzlemde yolculuklara çıkarırlar.Ancak bu kez,yol artık Tanrı’ya
gitmemekte,maddenin egemenliğindeki bir dünyada kimliğini yitirmiş
insanın,kendini umutsuzca arayışını simgelemektedir.
Orhan
Pamuk bir romanında kahramanına şöyle dedirtir: “Sonra düşündüm de,hissettim
de,aslında kusursuz da değildi an,bir şey eksikti...Nedir hayatı eksik kılan?”
Yaşamda eksik olan,20. yüzyıldan başlayarak maneviyatın kaybedilmesi ve
çağ insanının yolunu şaşırmasıdır.Ancak şunu da unutmamak gerekir
ki,hayatı eksik kılan şey de gözlerimizin önünde değildir(insan aklı bunu
kavrayamaz)
İnsan
Tanrıyla bütünleştiği anda( tanrıda yok olma ve aynı zamanda onda bâki
olma-fenafillah,bekafillah) hayat dediğimiz kargaşanın asıl anlamı gözlerimizin
önünde belirir.O zaman döneriz evimize..İşte her şey bu kadar basittir,o eve
dönmeden,Tanrıyla bir olmadan,hayatın sırrına ve mutluluğuna nâil olamayız.Bu
yolculuğun çıkış yeri ise insanın vicdanıdır.Bu vicdan yolculuğu insanı ya eve
götürür ya da ona yolunu yitirtir...
KUTSAL KİTAP
“El-Tekvir
suresi,içinde her şeyin yazıldığı kitabın inişini ve akıp giden kaybolan ve
aydınlanan yıldızlar arasında,karanlık geceyle ağaran güm arasında Cebrail’in
ufukta Muhammed’e görünüşünü anlatır.”
Kitap
İslâm terimleri dizgesinde Tanrının kitabı mânasına gelir.Kuran
demektir,peygamber aracılığıyla iletilen Tanrı buyruklarının bütününü içerir,
“en son ve en yetkin olarak söylenmiş ve dini tamamlamış olan ‘Tanrı sözü’dür,
‘Kelâmullah’tır.
Kelâm(söz),Tanrının
sekiz belirtik niteliğinden yedincisidir.Tanrı evreni bir kelâmla,bir sözcükle
yaratmıştır; kün (ol!) buyruğunu oluşturan sözcüktür bu.
“Biz
bir şeyi dilediğimizde,onun hakkında söyleyeceğimiz söz ‘ol ’ demekten ibarettir,o hemen oluverir.”
(Nahl Sûresi/40 ) Böylesine büyüktür sözcüğün gücü;tüm evren bir sözcükten
oluşmuştur.
“Varlıklardan
her biri Allah’ın bir kelimesidir.” (Süleyman Uludağ ) Bu bağlamda Allah’ın
kelimeleri anlamına gelen ‘Kelimetullah’ ,aynı zamanda Allah’ın yaratıkları
demektir.Bir İslâm tarikatı olan Hurûfîlikte kullanılan alfabenin 32 harfi için
‘kelime-i Âdemiye denir,bu,evren ve evreni içinde taşıdığı düşünülen âdem
(insan ) anlamına gelmektedir.İnsanın da evrenin de temeli sözcüktür.Şair
Oktavia Paz Şöyle der: “Söz insanın kendisidir.Hepimiz sözden
ibaretiz.Sözler yegâne gerçeğimizdir.”
Şunu da belirtmek gerekir ki,Kitabı yaşama
çevirme,kişisel bir eylemdir.Önemli olan,kişinin kitabı/yazgıyı/yaşamı nasıl
değerlendirdiğidir.Mevlâna’nın dediği gibi, “şüphe yok ki her okuyan,ancak
aklı miktarınca anlar.” (Mesnevi III )
ÂŞIK İLE MÂŞUK
“Aşk Allah’a kavuşmaktır.”
İnsanın
bu dünyadaki var oluş nedenini Yunus Emre de, Mevlâna da,diğer vahdet-i vücût
(varlık birliği ) düşüncesini benimseyen mutasavvıflar da Tanrı aşkıyla
açıklarlar.Çünkü mutasavvıfın yaşamını sürdürmesi için tek nedendir Tanrıya
duyduğu aşk.Onun yaşam amacı,Tanrıya ulaşmak,onunla bir olmak,daha yaşarken
sonsuzluğa,mutluluğa erişmektir.
“Mistisizmi
‘mutlak aşk’ diye de tanımlayabiliriz.Çünkü gerçek mistisizmi,basit bir
çilecilikten ayıran güç,aşktır.” (Annemaria Schimmel)
Canan’a
( Canan:Yâr,mâşuk,sevgili. Tasavvufta: 1.Mevlâ,Rab,Allah 2. Allah’ın
kayyûmiyet-allahın ebedi ve ezeli oluşu- sıfatı.Tüm varlıklar bu sıfat
sayesinde varlıklarını korur ve sürdürürler.Kayyûmiyetle ilişkisi kesilen
varlıklar bir daha var olamazlar,derhal yok olup
giderler..kaynak:Irakî,Tehânevi ) )karşı beslenen mutlak aşktır söz konusu
olan.Yani bir mutlakla,hayatın anlamıyla,olmazsa olmazla,bütün dünyayı yakmayla
ilgili bir aşk.Mantık yanı zayıf,tutku
yanı kuvvetli ve saflığı,insanın kendi evinde olma isteğine denk düşen bir
aşk...
“Tasavvuf
inancında,mecazi ve hakiki olmak üzere iki tür aşk vardır.Biri geçici
olana;öbürü,ebedi ve hakiki olana,Tanrıya duyulan gerçek aşktır.İnsan Tanrı
aşkını,insana duyduğu mecaz aşkında dener ve geliştirir.” (Meydan Larousse)
Aşk
insanı bir hedefe yöneltir,hayatın eşyaları içinden çekip çıkarır ve en sonunda
dünyanın sırrına doğru götürür.
**Şeriat:Tasavvufta
Allah’a giden yolun dışı ve içi –zâhirî ve Bâtınî yönü- vardır.Kuran’ı
sözcüklerin ilk anlamıyla anlayıp uygulayan biçimci eğilim,İslâm terimler
dizgesinde şeriat diye tanımlanır.Buna karşı Kuran’daki simgeleri
çözümleyip,örtük anlamdaki evrenselliği yakalamaya çalışan eğilim ise hakikat
diye anılır.Bu bağlamda mutasavvıflar,hakikat yolcularıdır.
Yaşamdaki
her şey oyundur.Oyundan uzaklaşıp gerçek yaşama ulaşmak için ana koşul
ise,dünyasal kimlikten vaz geçmektir.
Italo
Calvino’nun şu yaklaşımı çok önemli ve düşündürücüdür: “Her zaman saklı ya da
yalnızca potansiyel halinde veya
varsayımsal bir şeyin arayışı içinde olduğumuzu düşünüyorum.Bu şeyin yüzeyde
beliren izlerini sürüyoruz.”
Görüldüğü
gibi bunların arkalarında yer alan gizli simetriye ulaşmaktan ne kadar da
uzağız.
MİSTİK BİR VAROLUŞ
Tasavvuf
yolunda gelişmiş insanın yer aldığı üst
basamaklarda,kişi onu Tanrıdan ayıran “nefs”ten kurtulmuş, ‘kişiliğinin ve
varlığının aslında ne kadar da biricik olduğuna inanma’ yanılgısından
arınmıştır;kendini bir Bir’in/bütünün yalnızca bir parçası olarak
görmektedir,tüm evren ve içindekiler Tanrının yansımalarıdır.
Evrensel
özne-nesne bütünlüğünün henüz bozulmadığı,doğanın bir parçası olarak
sürdürülen,birey kavramından ve uygarlıktan uzak yaşam biçimleri tasavvufun
özüyle çakışan eğilimler gösterir.Arkaik ontolojide “insan,bilinçli
davranışında daha önce başka birisi tarafından yapılmamış ve yaşanmamış
herhangi bir eylemi yaptığını ileri sürmez.Onun yaptığı her şey daha önce
yapılmıştır.Yaşamı,başkalarında başlatılmış hareketlerin bitmek bilmez
tekerrürüdür...Her jest bir ilk eylemi tekrarladığı ölçüde anlam ve gerçeklik
kazanır.”
İNSAN-I
KÂMİLİN OLUŞUMU
Tasavvuf
dilinde,Tanrıda yok olan insandır insan-ı kâmil;ruhsal yönden
gelişmiştir;özne-nesne ayrımını aşmış,Allah’la bütünleşmiştir;gerçeği
kavramış,kendisi gerçek olmuş bir yaşam sanatçısıdır.
Tasavvufun
insan-ı kâmili “olgunlaşan,geçici varlıklardan kendini sıyırıp,kalıcı öze
yönelmeyi başaran insandır.Tanrıya giden yol üzerinde adım adım ilerler.Bu
ilerleme bir yükseliş,az olgundan çok olguna (ekmel’e),başka bir deyişle
Tanrıya gidiş demektir.İnsan Tanrıya yükselirken bir çok manevi basamaktan
geçer.Bir yükseliş niteliği taşıyan bu ‘geçiş’, kâinatın değişik katlarını
aşmak anlamına gelir.Son kattan sonra bütün varlık türlerini özünde
yansıtan,onların ilksiz sonsuz kaynağı olan Tanrısal kat ‘nur’ gelir.İrfanla
olgunlaşan insanın yetkinliği oranında Tanrı,onun gönlünde bir nur olarak
belirir.”
Mistiklere
göre,insan dünyasal değer/ahlak ölçütlerinden uzaklaşıp yaşamı evrensel/kozmik
ölçütler çerçevesinde algılamayı sürdürdükçe,ya da sûfilerin dediği gibi gönül
aynasını parlattıkça,söz konusu nur daha göz kamaştırıcı olmaktadır.
Yaşamla
bütünleşen,Tanrıdan korkmak yerine onu seven,kutsal kitapların tapınılacak
nesneler değil de başvuru kitapları olduğunu anlayıp içindekileri yaşama
geçiren bu insan,bir tür üstinsandır,evrimleşmiş insandır.Tasavvuf
onu,tüm evrenin yaradılış amacı olarak görür.Simurg’un yaşadığı söylenen o en
uzak dağa ulaşmış kişidir o.Bu insan
“sahip olmak değil,var olmak istemektedir.” Ve “ dünyayı bir bütün olarak,tüm
duygusal ve düşünsel birikim bulaşıklıklarından arıtılmış olarak,dolaysız
olarak kavrama aşaması”na gelmiştir.
Bir’in parçası
olmak,evrenle,tüm insanlarla birlik olmak;yüceyi sıradanın içinde yakalamak
klasik uyum anlayışının yansımasıdır.Tasavvufun ana ereği de
uyumdur,evrenle/yaşamla bütünleşmek,içinde bir damla olarak onunla birlikte
akmaktır.Bir hakikat ustası olan Yunus Emre’nin “Yetmiş iki millete
birlik ile bakmayan / Halka müderris olsa hakikate asidir.” Sözünde de dile
gelir bu gerçek.Yunusun da bir üyesi olduğu Melâmilik,dini yaşamla
bütünleştiren bir hakikat yoludur,bir yaşama biçimidir.Tasavvufun bu
yaşama biçiminde,iki dünyanın –soyut ve somutun,madde ve anlamın- birlikte
yaşanmasıdır söz konusu olan.
Bunun için de
yalnızca sezgi ve duygu boyutuyla değil,akılla da kavranmalıdır dünya.
VUSLAT
“Varolmak
sana sarılmaktır” (Orhan Pamuk-Yeni Hayat)
Tüm
mistiklerin ana ereğidir Tanrıya ulaşmak,onunla varlık birliğini
gerçekleştirmek;Müslümanların vahdet-i vücut,Hıristiyanlarınsa unio mystica dedikleri
olgudur bu;Kuran’da “ sonunda ancak Allah’a dönülecektir” (Âli İmran Sûresi/28)
biçiminde dile getirilir.İslâm tasavvufunda fenâfillah ve bekâbillah adı
verilen makamların anlam içeriğiyle örtüşür;Tanrı ile birleşmek ve onunla birlikte
fâni olarak bâki olmak
demektir.
Tasavvuf
edebiyatının ana motifini vuslat düşüncesi oluşturur.Yunus’un ünlü
dizeleri,Tanrı ile bütünleşmiş,varlık birliğine ulaşmış kişiyi anlatır: “Beni
bende demen bende değilim/Bir ben vardır bende benden içeri.”
Başta
Novalis ve diğer Alman romantiklerine göre,tüm evren mutlak bir ilk özden
oluşmuştur ve yine ona dönecektir.Romantizm akımının düşünsel altyapısını
öğretisinde ortaya koyan Fichte için de amaç bir tür varlık birliğidir;Ben
ile ben olmayan arasında ulaşılacak bir sentezdir.Bu sentez Mutlak Ben’dir,Mutlak
Ben eksiksiz bilgi ve kusursuz ahlaklılıktır,sonsuzlukta yer alır;Tanrıdır..
Nur,İslâm
edebiyatında Tanrı anlamında kullanılır,tasavvuf dilinde,maddesel evrende görüş
alanına giren Tanrı’yı dile getirir.Kutsal kitaplarda Tanrı peygamberlere nur
biçiminde görünür. “Bâtıni bir nurdur ki alemin ruhudur.Âlem bu nur ile
dopdoludur.Bu nurun sonu,sınırı yoktur.O sonsuz bir
denizdir.Hayat,ilim,irade,kudret bu nur ile kaimdir.Belki her şey bu nurdan
ibarettir.” Nur kavramını böyle açıklar “İbn Arabi’de Varlık Düşüncesi”nde
Ferid Kam.
Mistikler
için,kutsal olanla bütünleşmenin bir yolu da ölümdür.Mevlâna’nın ölüm
yıl dönümünü Mevleviler,düğün gecesi anlamına gelen “şeb-i arus”
tanımıyla adlandırırlar.Tanrı ile insanın ölüm yatağındaki zifaf (
gerdek ) geceleridir bu.Bu açıdan baktığımızda ölüm adeta özlenen bir
durumdur.
Mistik
görüş ölümü bir yok oluş anlamında almaz;bedenin/maddeselliğin ortadan
kalkması,ruhun özgür kalması ve onun Tanrı ile bütünleşmesi demektir ölüm.Yine
bu görüşe göre;bir yanılsama olan ve gerçekte var olmayan maddesel boyutun
ürünü olan bedenin yok olması o kadar da önemsenecek bir şey değildir,gölge
oyununun bittiğini gösterir yalnızca. “Mecazın en aşağı derecesinden
hakikat mertebesine yükselen arifler,varlık aleminde Cenab-ı Hakdan
başka varlık olmadığını,Ondan başka ne varsa hepsinin yok olucu yani mâdum
hükmünde bulunduğunu,apaçık iyanen görmüşlerdir.Eşyanın yok oluşu bir zamana
bağlı değildir.Belki eşya ezelden ebede kadar mâdumdur(yoktur)”İmam
Gazâli’ye göre.
Dünyasal
bedenin yok olması-ölmesi- aynı zamanda dünyasal
saplantılardan/tutkulardan/değer ölçütlerinden arınmayı simgeler,kendini
Tanrı’da yok ediştir;fenâ ve bekâ makamlarındaki yokluğa/hiçliğe
ulaşmaktır.Ölümle daha yüksek bir yaşama ve tinsel dirilişe erişecek olan
mutasavvıfın amacıdır ölüm.Maddesel ya da tinsel düzlemde olsun,her ölüş onu
daha yüksek bir tinselliğe yüceltir.Bu nedenle “Öldürün beni vefâkâr
dostlarım/Çünkü ölmem,yaşamam demektir benim.” der Hallac-ı Mansur,ölüm
sonrasına özlemle bakarak.Hermann Hesse’nin
“O bir son olmayacak,tersine,bir yeniden doğuş olacak” dediği bir
dönüşümdür bu.Goethe de bu dönüşümü şöyle anlatır: “Doğum ve mezar,/Sonsuz bir
denizdir,/Bir geliş ve bir gidiştir.”
BİÇİM DÜZLEMİNDE TASAVVUF ÖĞESİ
Geleneksel tasavvuf edebiyatının ana biçim öğesi alegoridir.Alegori,soyut
bir kavram ya da belirgin bir düşüncenin,akılcı-rasyonel- düzlemde açık bir
biçimde kavranabilecek bir imge aracılığıyla dile getirilmesi anlamına gelir.
Simge
,birçok kavram çağrıştırır,çeşitli anlam katmanlarını devreye
sokarken,alegorinin yalnızca tek bir anlam içeriği vardır.
Tasavvuf
edebiyatı alegorisinde gül Allah/mâşuk/sevilen, bülbül ise
derviş/âşık/sevendir;sâki Allah sevgisini isteyenlere sunan mürşit,şarap
Allah ilminin özüdür/aşktır, meyhane Allah ilminin sunulduğu yer
olan tekkedir, sarhoş ise mürşidin verdiği mâna şarabıyla kendinden
gelen derviştir.
“Aşkın
şarabıyla oldum sarhoş” diyen şairin bu dizesinin ardındaki tasavvuf
düşüncesini çözmek için, alegorilerin yerine saklı anlamlarını oturtmak
yeterlidir.
Doğuda
da Batıda da mistikler edebiyat ürünlerinde bolca alegori
kullanmışlardır.Ortaçağ Hıristiyan edebiyatı ve dinsel içeriği ağır basan barok
edebiyatı büyük ölçüde alegorik metinlerden oluşur.
SAYI,HARF,RENK
VE İSİM SİMGECİLİĞİ
1.Sayı ve Harf Simgeciliği:
Evrendeki görünen/maddesel yapının özüne inip,onun
gizini çözümlemek,o özdeki Tanrısallıkla bütünleşmek bütün mistiklerin
amacıdır.Tüm evrenin Tanrının bir yansıması olduğu görüşü,dış görüntüyle bu öz
arasında koşutluk kurmaya;bu yansımanın maddesel evrendeki simgelerini aramaya
yönlendirir mutasavvıfı.
Hurûfîlik
bu arayışı inançlarıyla bütünleştirmiş bir İslâm tarikatıdır.Evrenin Tanrının
sözüyle yaratıldığından yola çıkan Hurûfîlik;evrenin, söz ya da harflerden
oluştuğunu düşünür;harflerle madde dünyasının özü arasında koşutluk
kurar;harflerin,canlılığın/yaşamın özü olduğu görüşünü taşır.Bu öz ise dış
dünyada harfler ve sayılar olarak kendini belli eder.Hurûfîler,insan yüzünde
bazı harflerin açıkça göründüğünü öne sürerler,bu.Tanrının insandaki görünümü
anlamına gelmektedir;özündeki kutsallığın insanın yüzüne vurmasıdır.
Arap
alfabesinin “32”
harfi ise evrenin kendisi demektir Hurûfîlikte.Tasavvuf metinlerinin
çözümlenmesinde harf ve sayı simgeciliği önemli bir yer tutar.Divan şiirinde
–muamma türünde- kullanılan ve Hurûfîlikten izler taşıyan ebced hesabı
da,harflere sayısal değer yükleyerek yapılan bir tür zeka oyunudur.
Yahudilerin
Kabalacılığı aynı eğilimde mistik bir akımdır.Hurûfîliği de etkilemiş olan
Kabalacılıkta dünya,İslâm mistisizminde olduğu gibi Tanrının kendisini
dışlaştırmasıyla oluşmuştur.Bu oluşma “32” daire aşamasıyla gerçekleşmiştir.Harfler ve
sayıları kullanarak,onların büyüsel etkisinden yaralanmaya çalışan, bir eğilim
gösterir Kabalacılık.Tanrısallığın bu harf ve sayıların arasına
gizlendiğini,ancak onları okumasını bilene açıldığını düşünür Yahudi
mistikleri.
Sayı
ve harf mistisizmini edebiyata taşıyan çağdaş yazarlar içinde en ünlüsü Umberto
Eco’dur.Eco’nun “Foucault Sarkacı” tümüyle Kabalist mistisizminin ilkeleriyle
yoğrulmuştur.Kitabın bölümlerine sefirot(daire) adını koyar Eco.
Harf
simgeciliğine gelince örneğin;
‘17’ sayısı Hurûfîlikte önemli
bir sayıdır,her şeyin çift yaratıldığı görüşünden yola çıkarak, kutsal ‘7’
sayısının iki ile çarpımına-Kuran’daki gayri mükerrer harflerin toplamıdır bu-
‘fe’, ‘dal’, ‘vav’ harflerinin eklenmesiyle oluşur;buna muhkemat denir.
Muhkemata müteşabihat denen ‘11’ harfin
eklenmesiyle,yine kutsal bir sayı olan ‘28’ elde edilir.Bu toplama
nihayetinde,bunların dışında kalan ‘pe’, ‘çe’, ‘je’, ve ‘sağır kef’in de
katılmasıyla,Kabalistlerin kutsal sayısıyla çakışan ‘32’ ye varılır.’32’ tüm
harflerin toplamıdır ve evren anlamına gelir.
‘3’
sayısı da gerek Müslümanlık gerekse Hıristiyanlıkta kutsaldır.Doğa üçlü bir
devinimle işler;ana,baba ve ürünleri çocuktan oluşur.Hıristiyanlığın ‘kutsal
üçleme’si ise Tanrı,Kutsal Ruh ve İsa’dan oluşan bir
üçlüdür.(Teslis).Müslümanlıkta dûalar ve dinsel eylemler genelde ‘3’ kez
yinelenir.Tasavvufun Bekâbillah makamı da ‘3’ aşamada tamamlanır ve ‘enel
Hak’sözüyle noktalanır; ‘Allah’ın
hakkı üçtür’ deyişi buradan yola çıkılarak söylenmiştir.
‘7’
sayısı dinlerin kutsal sayıları içinde en önemlilerindendir.İslâmiyet’te ‘Fâtiha’ Sûresi ‘7’ ayetten oluşmaktadır;gökte
‘7’ gezegen olduğuna inanılırdı;insanın yüzünün ‘7’ deliği,haftanın ‘7’
günü,göğün ‘7’ katı,cennetin ‘7’ kapısı vardır;dünya ise ‘7’ günde
yaratılmıştır;tasavvuf yolu da ‘7’ aşamada tamamlanır.
‘19’
sayısının ise İslâmiyet’te Tanrı’nın simgesi olduğu düşünülür.Besmele Arapça’da
‘19’ harften oluşur.Kuran’da ‘19’sayısının katlarının çok sayıda yer aldığı saptanmıştır.Örneğin
Allah Sözcüğü Kuran’da ‘2968’ (19x142) kez yinelenmektedir. ‘19’ sayısındaki,en
küçük tek sayı ‘1’ ile en büyük tek sayı ‘9’un birlikteliği,Tanrının tek
olduğunu ve evrendeki çokluğun ise yine o ‘tek’ten oluştuğunu simgelemektedir.
‘13’
sayısı da Müslümanlıkta değilse bile Hıristiyanlıkta uğursuz bir sayıdır.Bu
sayının uğursuzluğu İsa’nın Romalılar tarafından yakalanmasıyla
ilgilidir.İsa’yı ele veren, ’13.’ havârîdir.(yardımcıdır)
2.Renk Simgeciliği:
Tasavvufta iç dünya yaşantısının rengi mor’dur.Hint
felsefesinde,evrenden insana akan kozmik enerjinin insandaki giriş noktaları
olan çakralardan en üsttekinin renklerinden biridir mor.Tanrısal özle
bütünleşme çakrası da diyebileceğimiz ‘taç çakra’dan giren enerjinin titreşimi
mor,eflâtun ve beyaz renkleri oluşturur.
Kırmızı
tasavvufi açıdan fâni dünyanın(somut dünya) rengidir.Kırmızı
maddenin,cinselliğin rengidir.Ruh bilim,kırmızının insana huzursuzluk
verdiğini,onda saldırganlık duyguları ürettiğini söyler.Hintlilerin çakra
sisteminde de en yere yakın çakradan giren enerjinin renginin kırmızı olduğu
düşünülür.
*isim simgeciliğiyle ilgili ise
Ibn-i Arabi’nin görüşü önemlidir.Ona göre isimler ile o ismi taşıyanlar
arasında karşılıklı bir ilişki vardır.
Son olarak şunu söyleyebiliriz ki
ÖZ’e dönüş aydınlanmadır,özgürlüktür,var olmaktır.Bu yol her zaman başlangıca
dönecektir.Ve insan-ı kamildir,bu başlangıca dönecek olan.
Kaynak:
Meydan Lorousse Cilt I-II
Edebiyatta Tasavvuf – Ferid Kam
Türk İslam Ansiklopedisi cilt
6-7-9
Cumhuriyet Kitap Eki:Orhan
Pamukla Röportaj(20.10.1994)
Divan Edebiyatı Dünyasına
Giriş-Ferid Kam
Yıldız Ecevit-Orhan Pamuk’u
Okumak- sayfa 185-195
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder