23 Ağustos 2012 Perşembe

Beş Şehir / Erzurum / Ahmet Hamdi Tanpınar


 

 

Bu çok düzenli hayatta mevsimler kendilerine mahsus bir teşrifatla(protokol) gelirlerdi.Çünkü her şey evvelden tanzim edilmişti.Binâenaleyh(ondan dolayı,bunun üzerine)hepsinin habercileri ve solakları vardı.Çocuklar yaz geldiğini çadırcı ustanın eve uğradığı zaman öğrenirlermiş.O zaman bahçeye çadırlar yığılır,ihtiyar yatkın elli ustalar Boğaz’a,Ilıca’ya,açık havaya,eğlenceye kavuşacaklarını anlayıp sevinen küçüklerin çığlıkları arasında onları tamir eder,söküklerini diker,yırtık yerlerini değiştirir,yağmura ve rüzgara dayanacak hale getirirmiş.(BŞ. Syf 37)

 

Mütareke yıllarında Ermeni meselesi dolayısıyla Erzurum’a gelmiş olan Amerikan Heyetine o zamanın belediye reisi Zakir Beyin verdiği cevabı kim hatırlamaz?Tercümana:

 

“-Dilmaç,bana bak,bu beyler uzun boylu anlatıyorlar.Ben kısa bir misalle Erzurum’da ekseriyet kimlerdeydi,generale anlatayım” diyerek heyeti oturdukları evin penceresine götürmüş,

 

“-Bakın demiş,şurada bütün şehri saran bir taşlık var.Onun da ortasında yirmide biri kadar duvarla çevrilmiş bir yer var.O büyük taşlık Müslüman mezarlığı,o küçüğü de Ermeni mezarlığıdır;bunlar kendi ölülerini yemediler ya!”

 

Meşhûrdur ki zulm ile olmaz cîhan harâb

Eyler Anı müdâhane-i âlimân harâb

 

Erzurum depreminden sonra bir deyiş:Şehir daha o akşam manzarasını değiştirdi ve çok eski göç ordularının karargahına benzedi.

 

Erzurum’da bir hoca kahvenin birinde Battal Gaziyi okumaktadır.Etrafında her cinsten bir kalabalık toplanmıştı.Omuz omuza,yüzlerinde,bilhassa gözlerinde acayip bir parıtltı,  nadir görülen bir dikkatle onu dinliyorlardı.Öyle ki bu kahvenin yarı aydınlığında ilk seçilen bu dikkatti diyebilirim.Pek az şey bu kadar acıklı ve güzel olabilirdi.Çünkü harbin,bakımsızlığın, yüklü irsiyetlerin yiyip tükettiği bu çehrelerde,sonradan tanıdığım ve o kadar sevdiğim Goya’nın  o zalim frekslerinde eşini görebileceğimiz bir hal vardı;bir hal ki açıktan açığa karikatüre ve hicve gidiyordu...Bununla beraber bu yüzlere biraz dikkat edilince zayıf ışığın sefaletlerini ve gözlerinin sıtmalı parıltısını daha belirli yaptığı bu insanların oraya en fazla muhtaç oldukları şeyden,hayal ve harikuladeden nasiplerini almak için geldikleri görülüyordu.Adamın biri okumanın sonlarına doğru tipi ve rüzgarla birlikte  kahveye girer ve kim bilir hangi başka kahveden topladığı avucundaki parayı  Battal Gaziyi kekeleye kekeleye okuyan hocanın önüne koyarak çıkar.(BŞ Syf. 48 ve 49)

 

Yaz gelende çıkam yayla başına,

Kurban olam toprağına taşına.

Zalim felek agu kattı aşıma

Ağam,nerden aşar yolu yaylanın?

(yayla türküsü,sayfa 55)

 

...şüphesiz bugünün büyük meseleleri var.Fakat hiç biri kanla halledilmeyecek ,insan ruhu kendi gerçeklerine erişene kadar bu acıyı çekecek.(sayfa 66)

 

Sevdiğimi demez isem

Sevmek derdi beni boğar.

(Yunus-sayfa 98)

 

Seni deli eden şey

Yine sendedir sende

(Yunus-sayfa 98)

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

(Şeyh Galib-sayfa 100)

Hoşça bak kendine alemin kaymağısın sen,alemlerin göz bebeği olan ademsin sen.

 

Mevlevi âyinini son defa dergahların kapanmasından biraz evvel,bir kadir gecesi,Konya’da görmüştüm.Bu kadar sembollerle konuşan bir terkip azdır.Her duruşun,tavrın,kımıldanışın ve adımın manası vardır.O hırkaya bürünüşler,ilk ney sesinde u-yanışlar,kol açışlar ve ayak kitleyişler bir kitap gibi derin derin anlatan şeylerdir.Asıl sema’a gelince,şüphesiz dünyanın en güzel rakslarından biridir....Karşımda kandillerin titrek ışığında dönen,değişen,süzülen,adeta maddi varlıklarından ayrılan bu insanlar gerçekten aşk şehitleri olmuşlardı ve gerçekten musaffa(temizlenmiş) ruh halinde iki yana açık kolları ve rıza ile bükülmüş boyunları ile döne döne semâvata çıkıyorlardı....O akşam sema’da gördüğüm insanları ertesi sabah çarşıda işlerinin başında ve bir talebemi lisede karşımda görünce hakikaten şaşırmıştım.Onları ben arkalarında esen rastın sert rüzgarında uçup gitmiş sanıyordum.Bu ölen ve ertesi sabah dirilmenin sırrını bilen insanların arasına katılamadığım,o neşveyi bulamadığıma şimdi bile içimde üzülen bir taraf vardır.

 

Keçeci Fuat Paşa’nın “Osmanlı Tarihinin dibacesi yandı” diye ağladığı 1271 yangını Sarayiçi’ni ve bütün Bursa’yı âdeta süpürdü.Bütün o eşraf(şerefliler) ve âyan konakları,beş asırlık tarihin yığdığı hazineler,hepsi kayboldu.Bursa sarayının kendisine gelince daha geçen asrın başında bakımsızlıktan harabtı.(Bursa’da zaman/BŞ sayfa 116)

 

Niçin mutlaka hayatta bir devam istemeli ve neden bir ihtiras sahibi olmalı?Bütün bunların lüzumu ne?Bütün pınarlardan içmiş olsam bile ne çıkar?Lezzetle bitirdiğimiz her kadehin dibinde hep aynı ifrit,kül rengi hadekalarında hiçbir aydınlığın gülmediği kayıtsız,sabit gözlerle sarhoşluğumuza gülecek olduktan sonra......Bütün hılkat,geniş ve eşsiz kudretinde..

Canı sıkılan bir tanrının kendi kendini eğlendirmek için icat ettiği bir oyundur.(BŞ sayfa 133)

 

           

Kim bilir belki de bizim için zamanın hakiki ritmini o yapıyor.Dakikalarımızı kendi arzusuyla uzatıp kısaltan ve bizi küçük uyanışlara  benzeyen itişlerle ölümün uçurum ağzına atan odur...En sonunda şeytani kahkahasını atarak üstümüze zamanın sürgüsünü çeker,fırının kapağını kapatır...(BŞ sayfa 134)

 

            Arı vardır uçup gezer

            Teni tenden seçip gezer

            Canan bizden kaçıp gezer

            Arı biziz bal bizdedir

                        (Kul Hasan’ın Eşrefoğlu’na yazdığı manzume)

                        (BŞ sayfa 136)

 

“En iyisi budur diyorum,eşyayı bırakmalı,Güzelliğinin saltanatını içimizde kursun.” (sayfa 137)

 

Satıcı sesleri bunlardan biriydi.Eski İstanbul mahallelerinde bu sesler bütün bir günü baştan başa idare eder,saatlerin rengini verirdi.Tıpkı ucuz bir aynada saçlarını  düzelten güzel bir kadın gibi İstanbul mahalleleri bu seslere eğilir,onların yer yer genişleyişinde günün değişmez merhalelerini kabule hazırlanırlardı......Artık ne lamba şişesi satan ihtiyar,ne simitçi,ne de sürahi,bardak,tabak satanlar kalmadı.Simitçi geceleri fener taşımıyor,hele mani düzmesini hiç bilmiyor;macuncunun yerini karamela satan çocukların kirli çekirge sürüsü aldı.Yalnız yoğurtçu,bazı eski köşk bahçelerini tek başına bekleyen ihtiyar çınarlar ve çamlar gibi duruyor...(sayfa 152-153)

 

Eski İstanbullu için Silivri yoğurdu kışın sonu idi.Değneğe sarılmış kiraz ile yazın,salepçi ve bozacının adımlarıyla kışın başlaması gibi.Bu ses sokak aralarında,peşinde sürüklediği taze çimen kokusu,kuzu meleyişi hayaliyle mayalanır mayalanmaz şehir hayatında o zaman büyük bir yeri olan uçurtma mevsimi başlardı.(sayfa 153)

 

....üst kattaki gramofonla  yan taraftaki radyo arasında bir uğultu değirmenine dönen bugünün kafası için bir satıcı sesinin değeri ancak sattığı şeyle ölçülebilir.Kaldı ki o ürpermeyi duyabilmek için eski İstanbul gecelerine dönmek,yangının,her türlü emniyetsizliğin,evindeki şehirliyi bir dağ yolcusu uyanıklığı içinde yaşattığı zamanı bulmak lazımdır.(sayfa 154)

 

....petrol lambası,hava gazı ile yarı aydınlanan sokak,dilenci sesleri,bekçi sopası,yangın korkusu,acı vapur düdükleri,fazla dindar hayatın verdiği o garip psikozlar adeta matematik şekilde onu hazırlayıp besliyordu.

 

Kitabın 156. sayfasında Ahmet Rasim ile ilgili bir ayrıntı da var.AHT Rasim hakkında: “her duyduğunu kaydeden bir ses makinesi” der.(1913 yılında çıkan Nevsal-i Milli’deki “sokaklarda geceler” adlı yazısına dayanarak pek az adamın yaşadığı şehrin üstüne eğildiğini belirtir.

 

...Mahallenin kendisi de kayboldu.Eski mahalleyi Neşet Halil’den okuyunuz.Bütün İstanbul semtlerinin sırrını,acı bir hasretle yeni hayat aşkının  birbirine kenetlendiği bu güzel ve derin yazılarda bulursunuz.Bugün mahalle kalmadı...Yalnız şehrin şurasına burasına dağılmış eski, fakir mahalleliler var.Birbirlerinin hatırını sormak,bir kahvelerini içmek,geçmiş zamanı beraberce anmak için zaman zaman gömüldükleri köşeden çıkan,bin türlü zahmete katlanarak semt semt dolaşan ihtiyar mahalleliler...Bence İstanbul’un asıl şairleri onlar;adım başında, titrek ayaklarıyla geçmiş zamanlarının peşinde dolaşan,onu üslûbsuz apartman köşelerinde,iki yanı henüz boş asfalt üzerinde,eski ahbap çocuklarının çehresinde beyhude yere arayan ve bulamadıkları için şaşkın şaşkın dört yana bakınan bu kervan artığı biçarelerdir.Bugünün mahallesi artık eskiden olduğu gibi her uzvu birbirine bağlı yaşayan topluluk değildir,sadece belediye teşkilatının bir cüzü olarak mevcuttur.Zaten mahallenin yerini yavaş yavaş alt kattaki üsttekinden habersiz,ölümüne,dirimine kayıtsız,küçük bir Babil gibi,her penceresinden ayrı bir radyo merkezinin nağmesi taşan apartman adı.(sayfa 156)

 

....işin garibi onlarla beraber toplu yaşamayı,toplu eğlenmeyi de kaybettik.Eski İstanbul’da, hatta benim çocukluğumda bile zengin fakir her sınıf beraberce eğlenirdi.Mehtap sefaları,Kağıthane alemleri,Çamlıca gezintileri,Boğaz mesireleri adeta şehrin beraber yaşamasını temin ederdi.Bu eğlencesi kıt Ortaçağdan kalma bir ihtiyattı.(sayfa 157)

 

Mehtap alemlerini yapacak eski servetler kalmadı...(sayfa 157)

 

Sinemanın zevkimizi dışarıdan idare ettiği devirde yaşıyoruz.Karanlıkta toplanıyoruz. Honolulu’da,mehtaplı gecede,güzel çamaşırcı kızına fevkalade zeki,cüretli ve fedakar demir kralının oğlunun söylediği gitaralı şarkıları,ertesi sabah Boğaz kıyılarında mağaza çıraklarının ıslığından dinleyeceğimiz gülünç ulumaları dinliyor,kadının tuvaletine,erkeğin perendelerine,hülasa bir yığın ahmaklığa hayran oluyoruz.(sayfa 157-158)

 

Şurası muhakkak ki yeni,verimli bir iş hayatı şehre hususi çehresini iade edinceye kadar,hayatımızda yaratıcı olacağımız güne kadar,İstanbul halkı tek başına eğlenecektir.

 

Eski İstanbul bayramları çok başka türlü idi.Bayram sabahı güneş bile başka türlü,adeta Ruhanî doğardı.Çünkü eski hayatımızda takvim semavî(gökle alakalı,insan eseri olmayan) bir şeydi.Şehiridaha birkaç gün önceden bayrama hazırlanırdı.Eğer gelen şeker bayramı ise bu,sadece bayram yerlerinin hazılanmasından ibaret kalırdı,ramazanın hususi hayatı,şenlikleri birdenbire bayrama çevrilirdi.Dolaplarıyla,atlı karıncalarıyla,gümüş kırbaçlı,çerkes eğerli pırıl pırıl atlarıyla,bin türlü sürprizleriyle bayram yerleri şehre,gündelik hayatından çok başka,çok

renkli bir görünüş verirdi.Çocuk bu günlerin tek hakimiydi.Bu gördüğüm bayramla eski bayramların hiç alakası yoktu.(sayfa 159)

 

Hayır,İstanbul’a yeni hayat,yeni bayram,yeni eğlence şekli,yeni zaman lazım.İstanbul artık bundan böyle ekmeğini çalışarak kazanan bir şehirdir.Her şey ona göre düzenlenmelidir. (sayfa 160)

 

...çünkü İstanbul sadece abide ve abidemsi eserlerin bol olduğu şehir değildir.Şehrin tabiatı bu eserlerin görünmesine ayrıca yardım eder.İstanbul her süsün,her kumaşın kendisine yaraştığı,ayrı ayrı hususiyetlerini açtığı o cömet yaradılışlı güzellere benzer...(sayfa 161)

 

            Baktım,konuşurken daha bir kerre güzeldin

                        Yahya Kemal

 

Doğrusu da budur.İstanbul ya hiç sevilmez,yahut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir;yani her  haline,her hususiyetine ayrı bir dikkatle çıldırarak.

 

Bayezid Camiinin bittiği sıralarda-rivayete göre- II.Bayezid’in fakir bir kadından aldığı bir çift güvercini buraya hediye etmiştir.(sayfa 164)

 

Camiin kıble yerini tayin edemeyen mimar,Sultan Bayezid’e,mihrabı ne tarafa koyalım,diye sorar.O da  “Şu ayağıma bas!” der.Mimar basınca Kabe’yi görür.Camide ilk Cuma namazını kıldıran da,akşam,ikindi namazlarının sünnetini bir kez olsun bırakmayan da Sultan Bayezid’dir. Yine Evliya Çelebinin zamanında camiin dışı baştan aşağı ağaçlıkmış.(sayfa 164)

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder