Bu
çok düzenli hayatta mevsimler kendilerine mahsus bir teşrifatla(protokol)
gelirlerdi.Çünkü her şey evvelden tanzim edilmişti.Binâenaleyh(ondan
dolayı,bunun üzerine)hepsinin habercileri ve solakları vardı.Çocuklar yaz
geldiğini çadırcı ustanın eve uğradığı zaman öğrenirlermiş.O zaman bahçeye
çadırlar yığılır,ihtiyar yatkın elli ustalar Boğaz’a,Ilıca’ya,açık
havaya,eğlenceye kavuşacaklarını anlayıp sevinen küçüklerin çığlıkları arasında
onları tamir eder,söküklerini diker,yırtık yerlerini değiştirir,yağmura ve
rüzgara dayanacak hale getirirmiş.(BŞ. Syf 37)
Mütareke
yıllarında Ermeni meselesi dolayısıyla Erzurum’a gelmiş olan Amerikan Heyetine
o zamanın belediye reisi Zakir Beyin verdiği cevabı kim hatırlamaz?Tercümana:
“-Dilmaç,bana
bak,bu beyler uzun boylu anlatıyorlar.Ben kısa bir misalle Erzurum’da ekseriyet
kimlerdeydi,generale anlatayım” diyerek heyeti oturdukları evin penceresine
götürmüş,
“-Bakın
demiş,şurada bütün şehri saran bir taşlık var.Onun da ortasında yirmide biri
kadar duvarla çevrilmiş bir yer var.O büyük taşlık Müslüman mezarlığı,o küçüğü
de Ermeni mezarlığıdır;bunlar kendi ölülerini yemediler ya!”
Meşhûrdur
ki zulm ile olmaz cîhan harâb
Eyler Anı
müdâhane-i âlimân harâb
Erzurum
depreminden sonra bir deyiş:Şehir daha o akşam manzarasını değiştirdi ve çok
eski göç ordularının karargahına benzedi.
Erzurum’da
bir hoca kahvenin birinde Battal Gaziyi okumaktadır.Etrafında her cinsten bir
kalabalık toplanmıştı.Omuz omuza,yüzlerinde,bilhassa gözlerinde acayip bir
parıtltı, nadir görülen bir dikkatle onu
dinliyorlardı.Öyle ki bu kahvenin yarı aydınlığında ilk seçilen bu dikkatti
diyebilirim.Pek az şey bu kadar acıklı ve güzel olabilirdi.Çünkü
harbin,bakımsızlığın, yüklü irsiyetlerin yiyip tükettiği bu çehrelerde,sonradan
tanıdığım ve o kadar sevdiğim Goya’nın o
zalim frekslerinde eşini görebileceğimiz bir hal vardı;bir hal ki açıktan açığa
karikatüre ve hicve gidiyordu...Bununla beraber bu yüzlere biraz dikkat
edilince zayıf ışığın sefaletlerini ve gözlerinin sıtmalı parıltısını daha
belirli yaptığı bu insanların oraya en fazla muhtaç oldukları şeyden,hayal ve
harikuladeden nasiplerini almak için geldikleri görülüyordu.Adamın biri
okumanın sonlarına doğru tipi ve rüzgarla birlikte kahveye girer ve kim bilir hangi başka
kahveden topladığı avucundaki parayı
Battal Gaziyi kekeleye kekeleye okuyan hocanın önüne koyarak çıkar.(BŞ
Syf. 48 ve 49)
Yaz gelende
çıkam yayla başına,
Kurban olam
toprağına taşına.
Zalim felek
agu kattı aşıma
Ağam,nerden
aşar yolu yaylanın?
(yayla
türküsü,sayfa 55)
...şüphesiz
bugünün büyük meseleleri var.Fakat hiç biri kanla halledilmeyecek ,insan ruhu
kendi gerçeklerine erişene kadar bu acıyı çekecek.(sayfa 66)
Sevdiğimi
demez isem
Sevmek
derdi beni boğar.
(Yunus-sayfa
98)
Seni deli
eden şey
Yine
sendedir sende
(Yunus-sayfa
98)
Hoşça bak
zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i
dîde-i ekvân olan âdemsin sen
(Şeyh
Galib-sayfa 100)
Hoşça bak
kendine alemin kaymağısın sen,alemlerin göz bebeği olan ademsin sen.
Mevlevi
âyinini son defa dergahların kapanmasından biraz evvel,bir kadir
gecesi,Konya’da görmüştüm.Bu kadar sembollerle konuşan bir terkip azdır.Her
duruşun,tavrın,kımıldanışın ve adımın manası vardır.O hırkaya bürünüşler,ilk
ney sesinde u-yanışlar,kol açışlar ve ayak kitleyişler bir kitap gibi derin
derin anlatan şeylerdir.Asıl sema’a gelince,şüphesiz dünyanın en güzel
rakslarından biridir....Karşımda kandillerin titrek ışığında
dönen,değişen,süzülen,adeta maddi varlıklarından ayrılan bu insanlar gerçekten
aşk şehitleri olmuşlardı ve gerçekten musaffa(temizlenmiş) ruh halinde iki yana
açık kolları ve rıza ile bükülmüş boyunları ile döne döne semâvata
çıkıyorlardı....O akşam sema’da gördüğüm insanları ertesi sabah çarşıda
işlerinin başında ve bir talebemi lisede karşımda görünce hakikaten
şaşırmıştım.Onları ben arkalarında esen rastın sert rüzgarında uçup gitmiş
sanıyordum.Bu ölen ve ertesi sabah dirilmenin sırrını bilen insanların arasına
katılamadığım,o neşveyi bulamadığıma şimdi bile içimde üzülen bir taraf vardır.
Keçeci
Fuat Paşa’nın “Osmanlı Tarihinin dibacesi yandı” diye ağladığı 1271 yangını
Sarayiçi’ni ve bütün Bursa’yı âdeta süpürdü.Bütün o eşraf(şerefliler) ve âyan
konakları,beş asırlık tarihin yığdığı hazineler,hepsi kayboldu.Bursa sarayının
kendisine gelince daha geçen asrın başında bakımsızlıktan harabtı.(Bursa’da
zaman/BŞ sayfa 116)
Niçin
mutlaka hayatta bir devam istemeli ve neden bir ihtiras sahibi olmalı?Bütün
bunların lüzumu ne?Bütün pınarlardan içmiş olsam bile ne çıkar?Lezzetle
bitirdiğimiz her kadehin dibinde hep aynı ifrit,kül rengi hadekalarında hiçbir
aydınlığın gülmediği kayıtsız,sabit gözlerle sarhoşluğumuza gülecek olduktan
sonra......Bütün hılkat,geniş ve eşsiz kudretinde..
Canı
sıkılan bir tanrının kendi kendini eğlendirmek için icat ettiği bir oyundur.(BŞ
sayfa 133)
Kim
bilir belki de bizim için zamanın hakiki ritmini o yapıyor.Dakikalarımızı kendi
arzusuyla uzatıp kısaltan ve bizi küçük uyanışlara benzeyen itişlerle ölümün uçurum ağzına atan
odur...En sonunda şeytani kahkahasını atarak üstümüze zamanın sürgüsünü
çeker,fırının kapağını kapatır...(BŞ sayfa 134)
Arı vardır uçup gezer
Teni tenden seçip gezer
Canan bizden kaçıp gezer
Arı biziz bal bizdedir
(Kul Hasan’ın
Eşrefoğlu’na yazdığı manzume)
(BŞ sayfa 136)
“En
iyisi budur diyorum,eşyayı bırakmalı,Güzelliğinin saltanatını içimizde kursun.”
(sayfa 137)
Satıcı
sesleri bunlardan biriydi.Eski İstanbul mahallelerinde bu sesler bütün bir günü
baştan başa idare eder,saatlerin rengini verirdi.Tıpkı ucuz bir aynada
saçlarını düzelten güzel bir kadın gibi
İstanbul mahalleleri bu seslere eğilir,onların yer yer genişleyişinde günün
değişmez merhalelerini kabule hazırlanırlardı......Artık ne lamba şişesi satan
ihtiyar,ne simitçi,ne de sürahi,bardak,tabak satanlar kalmadı.Simitçi geceleri
fener taşımıyor,hele mani düzmesini hiç bilmiyor;macuncunun yerini karamela
satan çocukların kirli çekirge sürüsü aldı.Yalnız yoğurtçu,bazı eski köşk
bahçelerini tek başına bekleyen ihtiyar çınarlar ve çamlar gibi
duruyor...(sayfa 152-153)
Eski
İstanbullu için Silivri yoğurdu kışın sonu idi.Değneğe sarılmış kiraz ile
yazın,salepçi ve bozacının adımlarıyla kışın başlaması gibi.Bu ses sokak
aralarında,peşinde sürüklediği taze çimen kokusu,kuzu meleyişi hayaliyle
mayalanır mayalanmaz şehir hayatında o zaman büyük bir yeri olan uçurtma
mevsimi başlardı.(sayfa 153)
....üst
kattaki gramofonla yan taraftaki radyo
arasında bir uğultu değirmenine dönen bugünün kafası için bir satıcı sesinin
değeri ancak sattığı şeyle ölçülebilir.Kaldı ki o ürpermeyi duyabilmek için
eski İstanbul gecelerine dönmek,yangının,her türlü emniyetsizliğin,evindeki
şehirliyi bir dağ yolcusu uyanıklığı içinde yaşattığı zamanı bulmak
lazımdır.(sayfa 154)
....petrol
lambası,hava gazı ile yarı aydınlanan sokak,dilenci sesleri,bekçi sopası,yangın
korkusu,acı vapur düdükleri,fazla dindar hayatın verdiği o garip psikozlar
adeta matematik şekilde onu hazırlayıp besliyordu.
Kitabın
156. sayfasında Ahmet Rasim ile ilgili bir ayrıntı da var.AHT Rasim hakkında:
“her duyduğunu kaydeden bir ses makinesi” der.(1913 yılında çıkan Nevsal-i
Milli’deki “sokaklarda geceler” adlı yazısına dayanarak pek az adamın yaşadığı
şehrin üstüne eğildiğini belirtir.
...Mahallenin
kendisi de kayboldu.Eski mahalleyi Neşet Halil’den okuyunuz.Bütün
İstanbul semtlerinin sırrını,acı bir hasretle yeni hayat aşkının birbirine kenetlendiği bu güzel ve derin
yazılarda bulursunuz.Bugün mahalle kalmadı...Yalnız şehrin şurasına burasına
dağılmış eski, fakir mahalleliler var.Birbirlerinin hatırını sormak,bir
kahvelerini içmek,geçmiş zamanı beraberce anmak için zaman zaman gömüldükleri
köşeden çıkan,bin türlü zahmete katlanarak semt semt dolaşan ihtiyar
mahalleliler...Bence İstanbul’un asıl şairleri onlar;adım başında, titrek
ayaklarıyla geçmiş zamanlarının peşinde dolaşan,onu üslûbsuz apartman
köşelerinde,iki yanı henüz boş asfalt üzerinde,eski ahbap çocuklarının
çehresinde beyhude yere arayan ve bulamadıkları için şaşkın şaşkın dört yana
bakınan bu kervan artığı biçarelerdir.Bugünün mahallesi artık eskiden olduğu
gibi her uzvu birbirine bağlı yaşayan topluluk değildir,sadece belediye
teşkilatının bir cüzü olarak mevcuttur.Zaten mahallenin yerini yavaş yavaş alt
kattaki üsttekinden habersiz,ölümüne,dirimine kayıtsız,küçük bir Babil gibi,her
penceresinden ayrı bir radyo merkezinin nağmesi taşan apartman adı.(sayfa 156)
....işin
garibi onlarla beraber toplu yaşamayı,toplu eğlenmeyi de kaybettik.Eski
İstanbul’da, hatta benim çocukluğumda bile zengin fakir her sınıf beraberce
eğlenirdi.Mehtap sefaları,Kağıthane alemleri,Çamlıca gezintileri,Boğaz
mesireleri adeta şehrin beraber yaşamasını temin ederdi.Bu eğlencesi kıt
Ortaçağdan kalma bir ihtiyattı.(sayfa 157)
Mehtap
alemlerini yapacak eski servetler kalmadı...(sayfa 157)
Sinemanın
zevkimizi dışarıdan idare ettiği devirde yaşıyoruz.Karanlıkta toplanıyoruz.
Honolulu’da,mehtaplı gecede,güzel çamaşırcı kızına fevkalade zeki,cüretli ve
fedakar demir kralının oğlunun söylediği gitaralı şarkıları,ertesi sabah Boğaz
kıyılarında mağaza çıraklarının ıslığından dinleyeceğimiz gülünç ulumaları
dinliyor,kadının tuvaletine,erkeğin perendelerine,hülasa bir yığın ahmaklığa
hayran oluyoruz.(sayfa 157-158)
Şurası
muhakkak ki yeni,verimli bir iş hayatı şehre hususi çehresini iade edinceye
kadar,hayatımızda yaratıcı olacağımız güne kadar,İstanbul halkı tek başına
eğlenecektir.
Eski
İstanbul bayramları çok başka türlü idi.Bayram sabahı güneş bile başka
türlü,adeta Ruhanî doğardı.Çünkü eski hayatımızda takvim semavî(gökle
alakalı,insan eseri olmayan) bir şeydi.Şehiridaha birkaç gün önceden bayrama
hazırlanırdı.Eğer gelen şeker bayramı ise bu,sadece bayram yerlerinin
hazılanmasından ibaret kalırdı,ramazanın hususi hayatı,şenlikleri birdenbire
bayrama çevrilirdi.Dolaplarıyla,atlı karıncalarıyla,gümüş kırbaçlı,çerkes
eğerli pırıl pırıl atlarıyla,bin türlü sürprizleriyle bayram yerleri
şehre,gündelik hayatından çok başka,çok
renkli bir
görünüş verirdi.Çocuk bu günlerin tek hakimiydi.Bu gördüğüm bayramla eski
bayramların hiç alakası yoktu.(sayfa 159)
Hayır,İstanbul’a
yeni hayat,yeni bayram,yeni eğlence şekli,yeni zaman lazım.İstanbul artık
bundan böyle ekmeğini çalışarak kazanan bir şehirdir.Her şey ona göre
düzenlenmelidir. (sayfa 160)
...çünkü
İstanbul sadece abide ve abidemsi eserlerin bol olduğu şehir değildir.Şehrin
tabiatı bu eserlerin görünmesine ayrıca yardım eder.İstanbul her süsün,her
kumaşın kendisine yaraştığı,ayrı ayrı hususiyetlerini açtığı o cömet
yaradılışlı güzellere benzer...(sayfa 161)
Baktım,konuşurken daha bir kerre
güzeldin
Yahya Kemal
Doğrusu
da budur.İstanbul ya hiç sevilmez,yahut çok sevilmiş bir kadın gibi
sevilir;yani her haline,her hususiyetine
ayrı bir dikkatle çıldırarak.
Bayezid
Camiinin bittiği sıralarda-rivayete göre- II.Bayezid’in fakir bir kadından
aldığı bir çift güvercini buraya hediye etmiştir.(sayfa 164)
Camiin
kıble yerini tayin edemeyen mimar,Sultan Bayezid’e,mihrabı ne tarafa
koyalım,diye sorar.O da “Şu ayağıma
bas!” der.Mimar basınca Kabe’yi görür.Camide ilk Cuma namazını kıldıran
da,akşam,ikindi namazlarının sünnetini bir kez olsun bırakmayan da Sultan
Bayezid’dir. Yine Evliya Çelebinin zamanında camiin dışı baştan aşağı
ağaçlıkmış.(sayfa 164)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder