SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ
FEN EDEBİYAT FAKÜLTESİ
TÜRK DİLİ VE
EDEBİYATI BÖLÜMÜ
BEŞ
ŞEHİR KİTABININ
MAKALE DENEMESİ
DANIŞMAN
Doç.
Dr. Cafer GARİPER
HAZIRLAYAN
Bahadır ALAY
0021306006
ISPARTA – 2001
ISPARTA – 2001 |
“Bir
medeniyetten öbürüne geçerken yahut düpedüz yaşarken kaybolan şeylerin yanı
başında zamana hükmeden gerçek saltanatlar da vardır”.[1]
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Beş Şehir” adlı
eserinde bu cümleleriyle mimarînin zamana ve değişime yenilmeyen özeliğini
okuyucularına vurgulamak istemiştir. Hangi sanat vardır ki mimarînin yerini
tutabilsin. Bir resim sanatını ele aldığımızda; ancak o resmin bize göstermek
istediğinin iki yüzünü görebiliriz. Mimarî sanatı ise bu yönüyle resimden
uzaklaşır. Bir mimarî esere hangi yönden bakarsak bakalım başka bir yüz
görürüz. Bu mimarî sanatının eser yaratmasının yanında, gerçekle ne kadar iç
içe olduğunu gösterir. İstanbul şehri, fetih günlerinden bugüne geçirdiği
zamanın hepsini bu mimarînin içine işlemiş gibidir. İstanbul için mimarî bir
ölçüde tarihin kaydedildiği taş tabletlerden oluşmuş bir kütüphanedir.
Kendini
mimarî üsluba bu derece teslim eden şehir çok azdır. İstanbul mimarîsiyle bir
bütün oluşturmuştur. Fakat bu bütünlük sadece taşların hakim olduğu bir
bütünlük değildir. İstanbul’u mimarî açıdan diğer güzel şehirlerden ayıran bir
farklılık vardır. Bu farklılık, mimarînin doğayla ahenk oluşturmasıdır.
Bir
tek İstanbul’dan bahsetmek mümkün değildir. Şehir olarak İstanbul bir tane olsa
bile, mimarî açıdan birçok İstanbul vardır. Mimarî tarz ve açıdan İstanbul
çeşitlilik gösteren bir şehirdir. Bir de mimarînin doğayla bütünleşmesi vardır
ki bu her şehre nasip olacak bir şey değildir. İstanbul’da mimarî bu açıdan
şanslıdır. Kendini tamamlayan bir doğaya sahiptir. İstanbul’un her köşesinin
ayrı bir doğa güzelliğine sahip olmasından yararlanan mimarî, kendi içinde
çeşitliliği, farklılığı ve güzelliği bulmuştur.
Eski
ustalarımızın en büyük özelliği mimarîlerini doğayla bütünleştirmeleridir.
İstanbul’da mimarî eserler bir anlamda şanslıdır. Çünkü kendilerini
göstermelerinde tabiatın onlara büyük yardımı vardır. Eski ustalarımız mimarî
eserlerini vücuda getirirken de, İstanbul’un bu güzelliklerinden yararlanmasını
bilmişlerdir. Mimarî ile tabiatı birbirine karıştırıp tek bir güzel İstanbul haline
getirmişlerdir.
“Gerçek
Bizans saltanatı Fatih ile Bayezid Külliyelerinin İstanbul’un iki tepesine bir
fecirden ardı ardına boşanmış güvercin sürüleri gibi yumuşak kondukları zaman
yıkılır.”[2]
Osmanlı mimarîsi İstanbul’a hakim olmaya başlamıştır. Ardı
ardına vücuda getirilen mimarî eserler, eski Bizans mimarîsini gölgede
bırakacak güçtedir. Osmanlı mimarîsi, bin yıllık Bizans mimarîsini kısa sürede
geride bırakıp, İstanbul’u bir de kendisi fethetmiştir.
Kanunî’nin tahta çıktığı devirde, İstanbul han, hamam,
camii ve medreseleriyle tam bir Türk şehri hüviyetini kazanmıştır. Bize ait
olan bu manzara, dehasının gelip de bu gelişmeyi son haddine ulaştırmasını
beklemektedir. Beklenen deha mimar Sinan olacaktır. Sinan’ın gelmesiyle
İstanbul’un mimarî gelişimi çok daha üst seviyelere ulaşmıştır. Sinan’ın
getirdiği yeni teknikler ve motifler İstanbul mimarîsine ayrı bir renk
katmıştır. Ardı ardına verdiği eserlerle de İstanbul mimarîsini genişletmiştir.
“Her
mimarî üslubu belli başlı birkaç mesele etrafında toplânır. Sinan geldiği zaman
imparatorluk mimarlığının başlıca iki meselesi vardır.”[3]
Bu
meseleler kubbe ve duvar biteviyeliği idi. Sinan bunların ikisiyle de adeta
oynar kubbeyi içerden mabedin üstüne mesnetleriyle alakası görülmeyecek şekilde
asar. Onun kemer, sütun galeri ve pencereleriyle yaptığı terkipler varyasyonu gerçekten
şaşılacak şeylerdir. Sinan mimarîye getirdiği yeniliklerle ve yaptığı mimarî
eserlerle kendinden sonra gelenler için yol gösterici olmuştur. Fakat Sinan
mimarîsinde o kadar çok teknik ve biçim kullanılmıştır ki kendinden sonra gelen
ustalara adeta yapacak bir şey bırakmamıştır.
Sinan bir ananeyi tek başına tüketen bir sanatkârdır. Ne
yazıktır ki, ondan sonra gelen sanatkârların durumları. Çünkü Sinan mimarîmizin büyük imkânları kendi
ömründe tüketmiştir. Sinan’ın çırakları araksında en şanslıları Hindistan’a
gidenler olmuştur. Bu sanatkârlar, Hindistan’a gidip, değişik bir coğrafyaya
karışıp, o coğrafyanın geleneklerini görüp, Sinan’dan sonra kendilerini bulmaya
çalışmışlardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder