19 Ağustos 2012 Pazar

Bilinmeyen Yönleriyle Mehmet Akif Ersoy

Bilinmeyen Yönleriyle Mehmet Akif Ersoy
Dr. Yılmaz Karakoyunlu
1. Giriş
Mehmet Emir Erişirgil, Mehmet Âkif’in yaşam öyküsünü anlatan kitabını yazmağa karar verdiği yıllarda başından geçen bir sevimsiz olayı anlatır. Bu olay, Türk toplumundaki kolay suçlama alışkanlığının örneğidir. Vapurda karşılaştığı bir kişi, Erişirgil’in Safahat’ı okuduğunu görünce sorar:
“Beyefendi nereden hatırınıza geldi bu softa ?”
Erişirgil bu soru üzerinde neler düşündüğünü anlatır. Kendi döneminde yaşlılar için her mekteplinin “züppe”; gençlere göre her yaşlının “softa” olarak suçlandığını aktarır. Mehmet Âkif’in yaşam öyküsünü, sanat anlayışını, fikirlerini yazmağa kararıverişinin derin tahlillerini yaptıktan sonra Erişirgil, Meşrutiyet Tarihinin düşünce akımlarını en iyi yansıtacak zeminlerden birinin Mehmet Âkif’in yaşam öyküsü olduğunu belirtir.
Her gün ulusal onurlar ve gururlar duyarak okuduğumuz ve çocuklarımıza öğrettiğimiz İstiklâl Marşımızın şairini “softa” gibi değerlendirmenin aslında yobazların eline koz vermek olduğunun acaba farkına varabildik mi ?
Âkif’in karşılaştığı en ağır suçlama ise, “Balkan Harbi” sırasında düşmanın Türk halkına reva gördüğü eziyetler karşısında “tükürün yüzüne bu medeniyetin” dediği için bu aydınlar tarafından “geri kafalı adam” suçlamasına maruz bırakılmıştı. Mahalle Kahvesine hücum etmiş, orada vakit öldürüp tembellik yapanları eleştirdiği için bu kahvelerde vakit öldürmeyi entelektüel faaliyet sayanlar tarafından geleneklere saygısı olmayan “züppe” olarak yorumlanıyordu.
1908 Temmuzunda sokağa fırlayan mitingcileri eleştirdiği için, “hürriyete düşman zavallı” olarak isimlendirildi.
Halide Edip’in önerdiği Amerikan mandasına karşı çıktığı için, azınlıklar tarafından “ortaçağ kafalı tehlikeli adam” olarak değerlendiriliyordu.
Mısır’da entari giyip dolaşmak yerine ceket, pantolon ve frenkgömleği giydiği gerekçesiyle “Hıristiyan Âkif, gavur Âkif” olarak tanımlanıyordu.
En ilginç iddia, Âkif’in şapka giymemek için Mısır’a gittiği idi. Oysa, Mehmet Âkif’in Mısır’a gittiği yıllarda, şapka devrimi henüz yapılmamıştı ve Cumhuriyet Meclisinin milletvekilleri fes giyiyordu.
Mehmet Âkif öldüğünde hakkında yazılanlar öyle küçük bir hatırlama fasiküllerine sığacak ölçekte değildi. Çoğu kitap olacak boyutta idi. En lirik tespiti Hüseyin Cahit Yalçın yapmıştı: “Mehmet Âkif’in hayatı, eserlerinden çok daha muhteşem bir şiirdir...”
2. Âkif’in Uygarlık Anlayışı
Mehmet Âkif, yaşamı boyunca asrî olmamakla, çağının gerçeğini kavrayamamakla itham edilmişti. Bunu büyük bir tevekkül ve sabırla karşılıyor, hakkındaki kanaati değiştirmek için düşünce ve yaşam biçiminde hiçbir değişiklik yapmayı düşünmüyordu.
Öldüğünde Cenap Şahabattin Âkif için “Şu mânâda asrî değildir ki, rindce hal ve vaziyeti içinde uzak mazilerin temizliğini taşır. Hattâ bir görüşe göre Âkif’i edebiyat bakımından da asrî görmeyebiliriz. Öyle ya, her devrin bazı belâgat, bazı fesâhat hastalıkları vardır ki ona tutulanlar bir müddet bunun farkına varamazlar. Bu geçici kelime ve mânâ salgınlarının son elli senede edebiyatımız, türlü musablarını (düşkün) gösterdiği halde, Âkif’in eserleri tabiat vergisi olarak garip bir muafiyet sâyesinde onların hepsinden masûn (dokunulmamış) ve tamamiyle tendürüst kaldı” Âkif’in eleştirilen medeniyet anlayışı, gerçekte, İslâm’ın tarif ettiği dürüst ve ahlâki düzenin dışına çıkan yaşam biçimiydi. Âkif, Batı’nın sahip olduğu medeniyeti hiçbir şekilde inkâr etmemiş, aksine bu uygarlığın ulaştığı düzeye İslâm toplumlarının da ulaşması dileğini dile getirmişti.
Nitekim Berlin’den bulunduğu dönemde, Almanya’yı yakından tanımak istemiş, her fırsatta Batı’nın ulaştığı bilim ve teknik düzeyinin üstünlüğüne hayranlığını belirtmiş, ancak fikir ve ahlâk yönünden Batı medeniyetinin önemli ölçüde eleştirilecek yönleri olduğunu aktarmıştı.
Berlin Hatıraları isimli şiirinde yaşamı yönlendiren uygarlık anlayışının farkına işaret etmiştir. Batı’da gözlediği yaşam biçimini, ve biçimi oluşturan toplumsal değer yargılarını çok isabetli gözlem ve tahlillerle ortaya koyuyordu.
Âkif’in Berlin seyahati ilginç bir öykü ile başladı. 1915 yılı ortalarına doğru, savaşta müttefikimiz olan Almanya, savaş sırasında İngiliz, Fransız ve Rus ordularından aldığı esirler arasında Müslümanlar olduğunu fark etti. Bu esirleri ayrı kamplarda topladı. Bu kamptaki Müslüman esirlere iyi muamele ediliyordu. Hattâ, Müslüman esirlerin ibâdet etmesi için çok kısa sürede bir câmi bile inşa ettiler.
Almanlar, Müslümanların lideri olan Osmanlılara bu esirlere karşı takındıkları tavrı göstermek için bir heyet dâvet etti. Böylece, Osmanlı halifesi, yeryüzündeki bütün Müslümanları koruyan ve onların haklarını savunan manzara içinde takdim edilecekti. Halifenin en kötü koşullarda bile Müslümanlarla birlikte olduğunu gösteren bu manzaranın yaşatılması için Berlin’e bir heyet gönderilmekteydi. Berlin’e gidecek olan heyet, o zaman Osmanlının haber alma ve casusluk örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa tarafından seçiliyordu. Bu örgüt, Berlin’e gidecek heyete Âkif’in de katılmasını İttihat Terakki hükümetinden istedi.
İttihat Terakki bu heyetin başkanlığına Âkif getirdi. Âkif’in İttihat Terakki macerası da ilginç bir gelişme gösterir. İkinci Meşrutiyetin ilânından dört gün sonra Âkif, “Cemiyet-i Mukaddese” denilen İttihat Terakkiye katıldı. Kandilli Rasathanesi Müdürü Fatin (Gökmen) Hoca, Âkif’i kutsal dernek denilen İttihat Terakkiye götürmüş ve ünlü katılma töreninden geçirerek üye yapmak istemişti. Fatin Hoca katılma törenini bizzat yönetmişti. Kurallara göre, İttihat terakki hakkında bilgi verildikten sonra sırların korunması ve emirlerin yerine getirilmesi için gerekli yeminin yapılmasına sıra gelmişti. Kurala göre cemiyete katılacak kişi silaha ve Kuran’a el basarak yemin edecekti. Âkif yemin metninde bulunan “Cemiyetin bütün emirlerine kayıtsız şartsız uyacağım” hükmüne itiraz etti. “Ben ancak, akla ve vicdana uygun olan emirlere uyarım. Mutlak söz veremem” diyerek reddetmişti.
Bir rivayete göre bu itirazdan sonra İttihat Terakki Cemiyetine girecek olanlara yemin artık Âkif’in teklif ettiği şekilde yaptırılmaktaydı. Âkif, Berlin gezisi sırasında gözlediklerini “Berlin Hatıraları isimli şiirinde anlatır. Bu şiir Âkif’in en uzun şiirlerinden biridir. 796 beyittir.
Bu şiirde Berlin’de ve İstanbul’da gözlediklerinin bir karşılaştırmasını yapar. Berlin’de ve İstanbul’da otelleri, trenleri, sokakları karşılıklı olarak aktarır. Aktardıkları çoğu kere basit gözlemler değil, o gözlemlerde görünen dünya görüşü ve hayat felsefesidir. Nitekim, Mart 1915 yılında yazdığı Berlin Hatıraları isimli şiirinin bir yerinde Tevfik Fikret’in 1905 yılında yazmış olduğu Tarih-i Kadim şiirine cevap vererek on yıldır sakladığı kızgınlığını açığa vurmuştu.
Ancak Birinci Dünya Savaşı sırasında düşman ordularının işgal ettiği Türk topraklarında halka yaptıkları zulmü görünce Batı’nın bu vahşetini en ağır dille eleştirmiş ve Batıyı medeniyetin beşiği gibi görenlere en sert lisan ile hücum etmişti.
İşte Âkif’i haksız yere medeniyet düşmanı ilan eden ünlü şiirinden bazı mısraları aşağıda
veriyorum.
Medeniyet” denilen vahşete lanetler eder,
Nice yekpare kesilmiş de sırıtmış dişler!
Bakmayın hem tükürün çehre-i murdarımıza
Tükürün belki biraz duygu gelir ârımıza.
Tükürün cephe-i lâkaydına şarkın tükürün.
Kuşkulansın görelim gayreti halkın tükürün.
Tükürün milleti alçakça vuran darbelere,
Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere...
Tükürün Ehl-i Salib’in hayasız yüzüne!
Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!
Medeniyyet denilen maskara mahluku görün:
Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün!
Hele ilânı zamanında şu mel’un harbin,
“Bize efkar-ı umimiyesi lazım Garb’in;
O da Allah’ı bırakmakla olur” herzesini,
Halka iman gibi telkin ile, diyenin sesini
Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!…"
3. Necid Çöllerinde Âkif
Dönemin en ileri tekniğine sahip silah ve araçlarla Çanakkale’ye yüklenen düşman karşısında, Türk askeri “ölürsem şehidim, kalırsam gazi” iftiharı ile çarpışıyordu. Emperyalistler geldikleri gibi gittiler. Zaferden sonra Başkumandan Vekili Enver Paşa, İmparatorluğun en uzaktaki müfrezesine kadar Çanakkale Zaferini müjdelemek için Telgrafhaneye koşmuş tek tek kumandanları telgraf başına çağırmıştı.
Enver Paşa, Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Kuşçubaşı Eşref Beyi aradı. Eşref Bey, Anadolu Bağdat Demiryolu hattının son durağı olan El Muazzam istasyonundaydı. Telsi başında bizzat şu telgrafı yazdırdı:
“Çanakkale Savaşında ordumuz muzaffer oldu. Düşman mağlup, mahcup ve mecruh (yaralı) olarak çekiliyor...”
Haber bütün yurtta mutluluk yarattı. El Muazzam’daki sevinç muazzamdı. Orada bulunanlardan biri haberi duyunca Kuşçubaşı Eşref Beyin boynuna sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamağa başladı. Bu hıçkıran vatanperver, yüreği yanık memleket evladının adı, Mehmet Âkif’ti...
Mehmet Âkif, büyük vatan sevgisi ve meftun olduğu Türk istiklal ve hürriyet sevdasıyla yavaşça kalabalığın arasından sıyrıldı. Gerisi Kuşçubaşı Eşref Bey anlatıyor:
«...Ay bedir halindeydi. Çöl gecelerinin parlak yıldızlı semasını, zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsanevi ışıkları altında, Mehmet Akif, bu güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde sabahladı. İstasyon binasının arkasındaki hurmalığın içine çekildi. Sadece hıçkırıklarını duyuyorduk. İçli, derin hıçkırıklar....
İşte Çanakkale'ye layık o büyük destan, bu hıçkırıklar içinde meydana geldi... »
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi
En kesif orduların yükleniyor dördü - beşi...
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya
Kaç donanmayla sarılmış, ufacık bir karaya.
Ne hayasızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı
Nerde gösterdiği vahşetle «bu bir Avrupalı»
Dedirir - Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi
Varsa gelmiş açılıp mahbesi, yahut kafesi.
«Sabahleyin, vazifesini tamamlamış fanilerin az kula nasib olan rahatlığıyla yüzüme derin derin baktı: Artık ölebilirim Eşref! dedi. Gözlerim açık gitmez!.”
4. Bir karakter Abidesi Olarak Mehmet Âkif
Akif. «haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" inancındaydı. Haksızlığa tahammül ettiği ve hele yaltaklanarak menfaat peşinde koştuğu görülmemişti. Veteriner İşleri Müdür Yardımcısı görevini üstlendiği yıllarda Veteriner İşleri Müdürünün bir haksız karar ile azledilmesi üzerine görevinden istifa etti.
Kendisine bu hareketinin sebebi sorulduğunda başkasına yapılan haksızlığa tahammül etmesinin mümkün olmadığını söylüyordu. “Arkadaşıma yapılan haksızlık bana yapılmış demektir” diye 20 yıllık memuriyetine tereddütsüzce veda etmişti.
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam.
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale
Yumuşak başlı isem, kim demiş uysal koyunum.
Kesilir belki fakat, çekmeye gelmez boynum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim
Adam “aldırmada geç git” diyemem; aldırırım
Çiğnerim çiğnerim Hakkı tutar kaldırırım.
5. Dostluk Anlayışında Doruklaşan Âkif
Hiç kimse Âkif’in verdiği sözden döndüğünü, hangi şartlarda olursa olsun sözünden bir sapma gösterdiğini görmemişlerdi. Yakın arkadaşı Şair Mithat Cemal görevinden istifa ettiği ilk günlerde ziyaret eder. Balkan harbinin yaşandığı zor günlerde Âkif, geçimini sağlayacak yeni bir iş bulmuş değildir.
Yakın dostlarından Mithat Cemal Kuntay anlatıyor .
«Balkan Harbi başlarken, Akif Bey, yegane geçim yolu olan resmi memuriyetinden istifa etti. Kirada oturduğu evine, bir cuma günü gittim. Beş çocuğundan başka, dört çocuk daha vardı.
- Bunlar kim? dedim.
- Çocuklarım! dedi. Sonra anlattı
Âkif, Baytar Mektebinde iken bir arkadaşıyla anlaşmışlar. Kim önce ölürse, çocuklarına sağ kalan baksın! » demişler. Arkadaşı vefat etmiş Mehmet Akif'te, verdiği söze bağlı kalarak anlaşma hükmünü yerine getirmiş.
Mithat Cemal devam ediyor;
- Halbuki o zamanlar, Akif Beyin beş parası yoktu; fakat beş çocuğu vardı!
Yine çok yakın dostlarından Fatih Gökmen anlatıyor;
Akif, verdiği söze bağlı olmayanlara insan gözüyle bakmazdı. Aramızda geçen bir olayı anlatayım :Ben Vaniköy'de oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi'nde. Bir gün, öğlen yemeğini bende yemeyi, sonra da oturup sohbet etmeyi kararlaştırdık. O gün, öyle yağmurlu, boralı bir hava oldu ki her taraf sele boğuldu. Havanın bu haliyle karadan gelemeyeceğini tabii gördüm. Yakın komşulardan birine gittim. Yağmur, bütün şiddetiyle devam ediyordu. Eve döndüğümde ne işiteyim, bu arada, Mehmet Akif Bey sırılsıklam bir vaziyette gelmiş. Beni bulamayınca, evdekilerin bütün ısrarlarına rağmen içeri girmemiş. «Selam söyleyin» demiş ve o yağmurlu havada dönmüş gitmiş! Ertesi gün, kendisinden özür dilemek istedim.
- «Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir” dedi ve benimle altı ay dargın kaldı.”
6. Mehmet Âkif’in Bilim ve Teknik Anlayışı
Mehmet Âkif, çağın geliştiği bilim ve teknik seviyesinin aynen aktarılmasını ve ülkenin bu yüksek bilim ve teknik düzeyi içinde gelişmesini her vesile ile belirtiyordu. Bilim ve tekniğin kaynağının Batı olduğunu görmüştü. Özellikle Berlin Seyahati sırasındaki gözlemleri Osmanlı toplumunun bilim ve teknik yönünden ne denli geri kaldığını fark etmişti.
İkinci Meşrutiyetle birlikte hürriyetin ilanını her şeyin çâresi gibi gören geniş bir kitle vardı. Bu kitlenin umursamaz tavırlar içinde Batının teknik ve bilim düzeyine bigâne kalışını da hayretle seyretmekteydi. Halkı bu konuda tembel, cahil ve ilgisiz buluyordu.
Bu kitlenin mutlak surette bu konularda duyarlı davranması gerektiği fikrindeydi.
Safahat’ın birinci kitabında Köse İmam isimli şiirinde bu gözlemlerini dile getiriyordu:
Bu cehalet yürümez, asra bakın: asr-ı ulûm
Başlasın terbiyeniz, ailelerden oğlum.
Sâde hürriyet ilânı ile bir şey çıkmaz;
Fikr-i hürriyeti halka hazmettiriniz biraz...
Yine Fatih Kürsüsünde isimli bölümde cehaletin ülkeyi nasıl felaketlere sürüklediğini dile getirir.
Felâketin başı, hiç şüphe yok, cehâletimiz;
Bu derde çâre bulunmaz - ne olsa - mektebsiz;
Ne Kürd elifbayı sökmüş, ne Türk okur, ne Arab;
Ne Çerkes'in, ne Lâz'ın var, bakın, elinde kitâb!
Hülâsa milletin efrâdı bilgiden mahrûm.
Unutmayın şunu lâkin : "Zaman : zamân-ı ulûm!"
Verdiği öğütler içinde zaman zaman dünyanın ahvalini, zaman zaman gelişen tekniği ve bilimi esas alır. Cehaletin en büyük felâket olduğunu belirtir.
Bir baksana gökler uyanık, yer uyanıktır.
Dünya uyanıkken uyumak, maskaralıktır.
Eyvah bu zilletlere sensin yine illet,
Ey derd-i cehalet sana düşmekle bu millet,
Bir hâle getirdin ki: Ne din kaldı, ne nâmûs,
Ey sine-i İslâm’a çöken kapkara kâbûs.
Ey hasm-ı hakiki seni öldürmeli evvel
Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el.
Ey millet uyan ! Cehline kurban gidiyorsun.
“İslâm’ı da batsın” diye tutmuş yediyorsun.
Allah’tan utan. Bâri bırak dini elinden.
Gir leş gibi topraklara kendin gireceksen.
Lâkin ne demek bizleri Allah ile iskât ?
Allah’tan utanmak da olur ilm ile... Heyhat!
7. Meclis’te Mehmet Âkif
1920 yılının başında Mehmet Âkif Ankara’ya yapacağı seyahatini sadece damadı Ömer Rıza Doğrul ile yakın arkadaşı Eşref Edip Beylere haber verir. Kendileriyle bir sır tevdi eder gibi konuşur:
“Artık burada duracak zaman değildir. Gidip çalışmak gerekir. Halkın bizim tarafımızdan aydınlatılmasına ihtiyaç varmış. Çağırıyorlar... Ben yarın Ankara’ya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın...”
Ankara yolculuğuna oğlu Emin Beyle çıkar. Emin Beyin hatıralarında belirtildiği gibi trenden iner inmez doğru Meclis’in önüne gelirler. Bu sıra bir ziyarete gitmekte olan Mustafa kemal Paşa ile karşılaşırlar. Mustafa Kemal Paşa Mehmet Âkif’i görünce yaklaşır;
“Sizi bekliyordum efendim; tam zamanında geldiniz. Şimdi görüşmek mümkün olmayacak; ben size ziyarete gelirim."
Mehmet Âkif Ankara’ya gelince Hacı Bayram Camiinde va’za başlar. Milli Mücadeleye katkısı olabilecek şekilde bazı kentleri dolaşır ve o kentlerde vaazlar verir. Kuvâ-yı milliyenin bir İttihatçı hareketi olmadığını anlatır. Eğer vatanı kaybedersek gidecek yerimiz kalmayacağını söyler. Bu savaşın dine ve halifeye hiyanet için yapılmadığını anlatır. Aksine milli mücadelenin bir cihad olduğunu ve bu savaşa katılmanın dinen farz kılındığını aktarır.
O günlerde sözüne güvenilir en önemli İslâm büyüğü olarak Mehmet Âkif’in konuşmaları etkili olur. Burdur’dan milletvekili seçildiğini belirten mazbatasını alır. Meclis Burdur olarak mazbatayı kabul eder. Birkaç gün sonra Biga’dan mebus seçildiği haberi gelir. Meclis Biga mebusluğu mazbatasını da kabul eder. Ancak Âkif, Biga mebusluğundan istifa ederek Meclise Burdur mebusu olarak girer.
Âkif’in yaşamı elbette ki bir konferans çerçevesine sığması mümkün olmayan genişliktedir. Bu sunuşta Âkif’in özellikle uygarlık anlayışı üzerinde durulmuştur.
YAŞAYAN AKİF
Burak Serdengeçti
Fikir ve şiir dünyamızda eşine az rastlanan bir dehanın aramızdan ayrılışını hatırlamak ve onu sevgiyle yad etmek, Asım'ın nesli olan gençlerin görevi olmalı.
Edebiyat tarihimizde mazlumun yanında ve onun dostu olan M. Akif, bu dünyada yalnız yaşadı ve yalnız öldü. Çevresinde üç beş kişi kalmış "Rejim muhalifi" damgasını yemiş eski bir şair olarak "İstiklal Marşı" şairi için hazırlanmış dramatik bir sondu bu.
Dirilerden çok ölülerin mücadele verdiğini söyleyebiliriz. Süleyman Nazif, Akif'in Çanakkale Şehitleri şiirini okuyunca:
"Allah'ın şehitleri olduğu gibi, şairleri de var." demiştir.
O'nun sağlığında ölüme mahkum edilmiş gibi geçen yılları olmuştur. Öldükten sonra ise, daha çok tesirli olduğu, bir nevi ikinci hayat yaşamaya devam ettiği söylenebilir.
Bu inanmış insanın, şiiri, tebliğ ve telkin vasıtası olarak görmesi neticesinde kitabı olan Safahat'ında inandıklarını haykırmıştır:
"Hayal ile yoktur benim alışverişim,
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim."
Şiir, O'nun elinde yüksek ifade imkanlarına kavuştu. Büyük fikir taşıyıcı manzumeler, burada feryat, figan ve isyanlar şiirleşir. Şiirlerinde devrinin sokağını, kahvesini, mektebini, evini, camiini ve her meşrepten insanı buluruz.
Akif, son Safahat'ında yer alan "Gece, Hicran, Secde" şiirlerinde bambaşka bir yüzünü ortaya çıkarır. Bütün hayatı boyunca şairliğini, sanatkar yönünü bir tarafa koymuştur. Bu şiirlerinde gerçek şiir hareketleriyle karşımıza çıkar.
Şiirden kaçan Akif, memleketinden kendini sürgün etmek zorunda kaldıktan sonra bunun aksine şiire yakalanmaktan da kurtulamadı.
O, inanmış bir insandı. Bu sıfatı önce gelmek kaydıyla şairdi, düşünürdü. Şiiri, tebliğ, telkin, düşünce için toplumu iyiye götürmek için bir araç saymıştı. Kendi yüksek şiir kudretinin ihtirasını, toplum dertlerinin önünde tutsaydı şüphesiz şiirde, şairlikte daha büyük başarılar kazanırdı. Fakat halkın en dertli günlerinde O ızdırap içinde yaşamayı tercih etti. Onun şiir külliyatını bir fikir kitabı olarak okumak, üzerinde düşünmek, incelemeler yapmak mümkündür. Akif'in kaleminden çıkan vezinli, kafiyeli fikirler yaşadığı dönemde bazılarının hoşuna gitseydi, göklere çıkarılırdı. Fikir ve iman cephesi hoşa gitmediğinden hem şairliği, hem de şahsiyeti saldırılara maruz kaldı. Malum ideoloji, Akif'i hazmedemediği için gündem dışında tutmak istedi.
Onun şahsiyetine, inancına karşı çıkan birçok şöhret ölümünden sonra unutulup gitmelerine rağmen M. Akif'in şiirleri ezbere okunmakta, düşünceleri gençlere ışık olmaktadır. Böylece fikir ve şiirleri etkisiz kılınamamıştır.
Milli Mücadele ya da Kurtuluş Savaşı konusunda alışılmış resmî görüşün dışında bir çerçeveye oturtulduğu dikkati çekecektir. Milli Mücadelenin gerçek konumunun bilinmesi, M. Akif'in şahsi tutumunun doğru olarak değerlendirilmesine de imkan sağlayacaktır.
Resmi sessizliğe ve hatta olumsuz tutuma rağmen halkın ve gençliğin geniş ilgisiyle kucaklanan M. Akif kimdi ve bu sevgi selinin çoğalmasına sebep neydi?
1923 sonrasında Türkiye'de deniz tükenmişti. Ülkenin "İstiklal Marşı"nı yazan bir şairin ne yazsa, ne söylese suç olduğu bir takvimde, başlık klişesini oradan oraya taşıyıp yayımladığı Sebilürreşad'ın yayımına Takrir-i Sükun Kanunu ile süresiz son verilmişti. Böyle bir şahsiyet için ülke yaşanılır olmaktan çıkmıştı. Şair ve düşünür kimliği ile ülkenin insanlarına hizmet etmesi artık mümkün değildi.
Şu iddia belki aşırı bulanabilir: Akif, o yıllarda Türkiye'de kalsa ve hiç bir şey yapmayıp köşesinde otursaydı hayatı belki garanti edilemezdi. "Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem. Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem." diyen, hak namına haksızlığa ölse tapamayan, düşündüğünü ve inandığını da yapamayan için bu yol tamamen kapanmıştı.
M. Akif, Mısır'a gitmekle belki de İstiklal Marşı şairinin, İstiklal Mahkemesi'ne çıkmasını önlemiş oldu.
"Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir..." diyen Akif, 27 Aralık 1936 günü Hakk'a yürüdü. Tabutu tek atlı bir arabayla Beyazıt Camii'ne getirildi. Tabuttaki Akif'in resmini gören tıbbiye öğrencisi, bu büyük ölümü üniversiteye haber verdi. Devrin hükümeti, üniversite öğrencilerinin cenazeye katılmalarını yasakladı.
Bir yerlerden Türk bayrağı bulan üniversiteli gençler, Beyazıt Camii'ni doldurdular. Cenaze namazından sonra, mezarlığa kadar hiç kimse tarafından davet edilmeyen bir büyük kitle, hayatı ile eseri iç içe girmiş olan bu örnek şahsiyeti ebedî yolculuğuna uğurladı.
Cumhuriyet tarihinde kendisinden önce hiç kimseye nasip olmayan bir cemaatle son yolculuğuna uğurlanan, Tacettin Dergahı'nın bahçesindeki toprağı avuçlayıp: "Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda." diye gözyaşları arasında yazdığı İstiklal Marşımızla defnedilen şair, İstanbul'un fethinden sonra şehrin toprağına kendi eseriyle verilen ilk ölüdür. Ruhu şad olsun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder