NAZIM: YAŞAMI, SANATI VE KADINLARI
Nazım Hikmet sadece şiirleriyle değil, cezaevlerinde,
çeşitli ülkelerde geçen zorlu yaşamı ve aşık olduğu kadınlarla da ünlüydü.
Nâzım Hikmet 20 Kasım 1901'de Selanik'te doğdu. Aile
çevresinde 40 gün için bir yaş büyük görünmesin diye bu tarih 15 Ocak 1902
olarak anılmış, kendisi de bunu benimsemiştir. Şair, 3 Haziran 1963'te
Moskova'da öldü.
Baba tarafından dedesi Nâzım Paşa valiliklerde
bulunmuş, özgürlükçü, şairliği olan bir kişiydi. Mevlevi tarikatındandı.
Anayasacı Mithat Paşanın yakın arkadaşıydı. Babası Hikmet Bey ise Mekteb-i
Sultani ( Galatasaray Lisesi) mezunu, önce ticaret yaşamını denemiş,
başaramayınca Kalem-i Ecnebiye'ye (dışişleri) bağlanmış bir memurdu.
Dilci, eğitimci Enver Paşa'nın kızı olan annesi Celile
Hanım, Fransızca konuşan, piyano çalan, ressam denecek kadar iyi resim yapan
bir kadındı.
Nâzım Hikmet'in eğitiminde dönemin ileri düşüncelerine
sahip aile çevresinin büyük etkisi oldu. Bir yıl kadar, Fransızca öğretim yapan
bir okulda, sonra Göztepe'deki Numune Mektebi'nde (Taşmektep) okudu. İlkokulu
bitirince, arkadaşı Vâlâ Nureddin'le birlikte Mekteb-i Sultani'nin hazırlık
sınıfına yazıldı. Ertesi yıl ailesinin paraca sıkıntıya düşmesi yüzünden bu
masraflı okuldan alınarak Nişantaşı Sultanisi'ne verildi.
Bu arada dedesi Nâzım Paşa'nın etkisiyle şiirler de
yazmaya başlamıştı. Bir aile toplantısında denizciler için yazdığı bir
kahramanlık şiirini dinleyen Bahriye Nazırı Cemal Paşa çok etkilenerek bu
yetenekli gencin Heybeliada Bahriye Mektebi'ne geçmesini istedi, aileden olumlu
karşılık alınca da bu okula girmesine yardım etti.
Nâzım Hikmet 1917'de girdiği Heybeliada Bahriye
Mektebi'ni 1919'da bitirip Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subayı olarak
atandı. Aynı yılın kışında son sınıftayken geçirdiği zatülcenp hastalığı
tekrarladı. Aile dostu olan Deniz Hastanesi Başhekimi Hakkı Şinasi Paşanın
gözetiminde iki ay süren bir sağaltım döneminden sonra, kendisine iki ay da
evde dinlenme izni verildi. Bu süre sonunda da toparlanamadığı, deniz subayı
olarak görev yapabilecek sağlık durumuna kavuşamadığı görülünce, 17 Mayıs
1920'de, Sağlık Kurulu raporuyla, askerlikten çürüğe çıkarıldı.
YAHYA KEMAL HAYRANIYDI
Bu arada hececi şairler arasında genç bir ses olarak
oldukça ünlenmişti. Bahriye Mektebi'nde tarih ve edebiyat öğretmeni olan,
ayrıca aile dostu olarak evlerine de gelip giden Yahya Kemal'e büyük hayranlık
duyuyor, yazdığı şiirleri gösterip eleştirilerini alıyordu. 1920'de
"Alemdar" gazetesinin açtığı bir yarışmada ünlü şairlerden oluşan seçici
kurul birincilik ödülünü ona vermiş, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi gibi
genç ustalar ondan sevgiyle söz eder olmuşlardı.
İstanbul işgal altındaydı ve Nâzım Hikmet coşkun bir
vatan sevgisini yansıtan direniş şiirleri yazıyordu. 1920'nin son günlerinde
yazdığı "Gençlik" adlı şiiri gençleri ülkenin kurtuluşu için
savaşmaya çağırmaktaydı.
1 Ocak 1921'de ise Mustafa Kemal'e silah ve cephane kaçıran gizli bir örgütün yardımıyla dört şair, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Nâzım Hikmet, Vâlâ Nureddin, Sirkeci'den kalkan Yeni Dünya vapuruna gizlice bindiler. İnebolu'ya varınca, Ankara'ya geçebilmek için beş altı gün, izin ve yol parası beklemeleri gerekti. Ama Ankara'dan yalnız Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin'e izin çıktı.
İnebolu'da geçirdikleri günlerde, Anadolu'ya geçmek
üzere, onlar gibi izin bekleyen, Almanya'dan gelme genç öğrencilerle
tanışmışlardı. Aralarında Sadık Ahi (sonradan Mehmet Eti adıyla CHP
milletvekili), Vehbi (Prof. Vehbi Sarıdal), Nafi Atuf (Kansu, sonradan CHP
genel sekreteri) gibi kimseler de bulunan bu öğrenciler Spartakistler olarak
anılıyor, sosyalizmi savunuyor, Türkiye'nin Misak-ı Milli sınırlarını ilk
tanıyan ülke olarak Sovyetler Birliği'nden övgüyle söz ediyorlardı. Bunlar
Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin için yepyeni bilgilerdi.
Ankara'ya vardıklarında kendilerine verilen ilk görev
İstanbul gençliğini milli mücadeleye çağıran bir şiir yazmak oldu. Üç gün
içinde yazıp bitirdikleri bu üç sayfadan uzun şiir Matbuat Müdürlüğü'nce, 1921
martında 11,5 x 18 cm boyutlarında dört sayfa olarak, on bin adet bastırılıp
dağıtıldı. Şiirin yankıları o kadar büyük oldu ki, Millet Meclisi üyeleri böyle
güçlü bir çağrının doğurabileceği sorunların nasıl çözüleceğini tartışmak
gereğini duydular. Matbuat müdürü Muhittin Birgen şiiri yayımlayıp dağıttığı
için olumsuz eleştiriler aldı. İstanbullu gençler Ankara'yı doldururlarsa
onlara nerede, nasıl iş bulunacağı önemli bir sorundu. Meclis'te sorguya
çekilmekten tedirgin olan Muhittin Birgen bir daha böyle bir duruma düşmemek
için, Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin'i Maarif Vekâleti'ne devretmeye karar
verdi.
MOSKOVA YOLCULUĞU
MOSKOVA YOLCULUĞU
Nazım veNureddin, Bolu'da Ağır Ceza Mahkemesi reis
vekili Ziya Hilmi, eşrafın, din adamlarının daha baştan benimsemedikleri,
kalpak giyen, camiye gitmeyen bu iki genç öğretmeni korudu. Bilgili bir kişi
olan Ziya Hilmi onlara Fransız Devrimi'ni anlatıyor, Lenin'den, Kautsky'den söz
ediyor, Sovyetler Birliği'ni görmek istediğini söylüyordu.
Tutucu çevrelerin baskısına, gizli polis örgütünün güvensizlik belirten davranışları da eklenince, Bolu'da barınamayacaklarını anlayan Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin, iyi bir öğrenim görmek, dünyada olup bitenleri anlamak için Paris'e mi, Berlin'e mi, Moskova'ya mı gitsek diye düşünürlerken, Ziya Hilmi'nin etkisiyle, Moskova'ya gitmeye karar verdiler.
Tutucu çevrelerin baskısına, gizli polis örgütünün güvensizlik belirten davranışları da eklenince, Bolu'da barınamayacaklarını anlayan Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin, iyi bir öğrenim görmek, dünyada olup bitenleri anlamak için Paris'e mi, Berlin'e mi, Moskova'ya mı gitsek diye düşünürlerken, Ziya Hilmi'nin etkisiyle, Moskova'ya gitmeye karar verdiler.
1921 ağustosunda Bolu'dan ayrılıp doğuda, Kâzım
Karabekir Paşanın yanında öğretmenlik etmeye gidiyormuş gibi davranarak,
vapurla Zonguldak'tan Trabzon'a geçtiler, oradan da gene vapurla 30 Eylül
1921'de Batum'a vardılar.
Böylece Sovyetler Birliği'ne ayak basan, yirmi yaşın eşiğindeki iki genç şair Moskova'ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi'ne (KUTV) yazıldılar.
Böylece Sovyetler Birliği'ne ayak basan, yirmi yaşın eşiğindeki iki genç şair Moskova'ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi'ne (KUTV) yazıldılar.
Nâzım Hikmet serbest müstezatı, Fransız şiirinin
serbest ölçüsünü biliyordu. Batum'da "İzvestiya" gazetesinde gördüğü,
büyük bir olasılıkla Mayakovski'nin yazdığı bir şiirin uzunlu kısalı
dizelerine, merdivenli istifine ilgi duymuş, ama Rusça bilmediği için içeriğini
anlayamamıştı. Moskova'ya giderken geçtikleri açlık bölgelerinde
gözlediklerinin etkisiyle yazmaya giriştiği "Açların Gözbebekleri"ni
hece ölçüsüne sokamadığını görünce, "İzvestiya"daki şiirin biçimsel
çağrışımlarından güç alarak, daha serbest yazmayı denedi. Ortaya yer yer hece
kalıplarıyla kurulmuş olsa da, kurallara uymayan, serbest bir ölçü çıktı.
İçine girdiği yeni dünyanın düşünce, duygu yükü
altında, bu serbest ölçüyle yazdığı şiirler birbirini izledi. Rusça öğrenince,
devrimci bir ortamda geçmişin bütün değerlerini hiçe sayarak yazan genç Sovyet
şairlerini okumaya başladı. Bunlar İtalya'da Marinetti'nin başlattığı
Gelecekçilik (Fütürizm) akımının etki alanında yazan, geçmişi yadsıyarak her
şeyi gelecekte gören devrimci şairlerdi.
Bu dönemde yazdığı şiirlerin bazılarını 1923'te "Yeni Hayat", "Aydınlık" gibi dergilere göndererek yayımlatan Nâzım Hikmet, üniversiteyi bitirince ülkesine dönmek istedi. 1924 ekiminde, çıkışında olduğu gibi, gene gizlice sınırdan geçerek Türkiye'ye geldi. "Aydınlık" dergisinde çalışmaya başladı.
Bu dönemde yazdığı şiirlerin bazılarını 1923'te "Yeni Hayat", "Aydınlık" gibi dergilere göndererek yayımlatan Nâzım Hikmet, üniversiteyi bitirince ülkesine dönmek istedi. 1924 ekiminde, çıkışında olduğu gibi, gene gizlice sınırdan geçerek Türkiye'ye geldi. "Aydınlık" dergisinde çalışmaya başladı.
İstanbul'da polisçe izlendiğini anlayınca, bir
basımevi kurmak için İzmir'e geçti. Böylece gözlerden de uzaklaşmış oluyordu.
1925 şubatında Şeyh Sait İsyanı'nın başlaması üzerine, 4 Mart 1925'te Takrir-i
Sükûn Kanunu çıkarıldı. Bazı gazeteler, dergiler kapatıldığı gibi, 1 Mayıs
1925'te yayımlanan bir bildirge dolayısıyla "Aydınlık" dergisi
çevresindeki yazarların çoğu da tutuklandılar. Ankara'da İstiklal
Mahkemesi'ndeki dava 12 Ağustos 1925'te sonuçlandığında Nâzım'ın da gıyaben 15
yıla mahkûm edildiği görüldü.
Bunun üzerine Nâzım Hikmet saklanmakta olduğu
İzmir'den haziran ayı ortalarında İstanbul'a gelerek gizlice yurt dışına çıkıp
yeniden Sovyetler Birliği'ne gitti.
Cezasının 1926'da Cumhuriyet Bayramı nedeniyle çıkarılan af kapsamına girdiğini öğrenince, resmen yurda dönebilmek için pasaport isteğiyle hemen Türk Elçiliği'ne başvurdu.
Cezasının 1926'da Cumhuriyet Bayramı nedeniyle çıkarılan af kapsamına girdiğini öğrenince, resmen yurda dönebilmek için pasaport isteğiyle hemen Türk Elçiliği'ne başvurdu.
Tekrar tekrar yaptığı başvurulara olumlu karşılık
alamadı. Bu arada 28 Eylül 1927'de İstanbul'da dağıtılan bildiriler yüzünden
açılan bir davada gizli parti üyesi olmak suçlamasıyla, gene gıyaben 3 ay hapse mahkûm edildi.
Bir buçuk yıl kadar bekledikten sonra Elçilik'ten olumlu bir karşılık alamayacağını kesinlikle anlayınca, 1928'de Bakû'da ilk şiir kitabı Güneşi İçenlerin Türküsü'nü yayımlattı.
Bir buçuk yıl kadar bekledikten sonra Elçilik'ten olumlu bir karşılık alamayacağını kesinlikle anlayınca, 1928'de Bakû'da ilk şiir kitabı Güneşi İçenlerin Türküsü'nü yayımlattı.
Aynı yılın temmuz ayında da, gıyaben aldığı
mahkûmiyetlerden temize çıkmak için, gizlice sınırı geçerek Kafkasya'dan
Türkiye'ye girdi. Arkadaşı Laz İsmail'le Hopa'da yakalandıklarında üstlerinde
sahte pasaportlar vardı. Sınırı izinsiz, üstelik de sahte pasaportlarla geçmek
suçuyla Savcı'nın karşısına çıkarıldılar.
İki arkadaş yargılanmak üzere Rize'ye gönderilmeden
önce Hopa Cezaevi'nde iki ay beklediler. Yargılanmak üzere Hopa'dan Rize'ye
gönderilmeleri tutukluluklarının sona ermesini sağladı. Pasaportsuz sınır geçme
suçunun cezası üç gün hapisti. Fazlasıyla içerde kaldıkları için serbest
bırakılmaları gerekiyordu. Ancak 14 Ekim 1928'de Nâzım ile Laz İsmail,
Ankara'ya gene bileklerinde kelepçeleri, arkalarında jandarmalarıyla gittiler.
Hemen sorgulanıp tutuklandılar.
Daha sonra serbest bırakıldılar. Ankara'daki dostları,
başta Şevket Süreyya Aydemir olmak üzere, şairliğine inanan aydınlar, onun
Halkevi'nde çalışmasını, Halk şiiriyle ilgilenmesini, Anadolu'yu dolaşmasını
istiyorlardı. Ama Nâzım Hikmet bu gibi önerileri benimsemeyerek İstanbul'da
Zekeriya Sertel'in çıkardığı "Resimli Ay" dergisinin yazı kadrosuna
katıldı.
Bir yandan şiirlerini yayımlıyor, bir yandan da
edebiyatın yerleşmiş değerlerine karşı sert çıkışlar yapıyordu. "Putları
Yıkıyoruz" başlığı altında 1929 ortalarında başlattığı yazı dizisinde
Abdülhak Hâmit, Mehmet Emin gibi şairlere yönelttiği saldırılar basında büyük
yankılar uyandırdı.
Aynı yılın mayıs ayında yayımlanan 835 Satır adlı
kitabı ise büyük bir ilgiyle karşılandı. Bunu gene o yıl çıkan Jokond ile
Si-Ya-U , ertesi yıl çıkan Varan 3; 1+1=1 adlı kitapları izledi.
Temmuz 1930'da "Salkımsöğüt" ile "Bahri
Hazer" şiirleri şairin kendi sesiyle Columbia firmasınca plağa alındı.
Yirmi günde tükenen bu plağın kahveler, lokantalar gibi halka açık yerlerde
çalınmaya başlandığı görülünce, polisin duruma el koyup bazı uyarılara
girişmesi sonucu firma plağın yeni basımlarını yapmaktan vazgeçti.
NAZIM YENİDEN MAHKEMEDE
1 Mayıs 1931 günü bir sivil polisin getirdiği
çağrıyla, ertesi gün Sorgu Yargıçlığı'nda sorgulanması yapıldı. İçişleri
Bakanlığı'nın emri doğrultusunda, ilk beş kitabındaki şiirlerinde "bir
zümrenin başka zümreler üzerinde hakimiyetini temin etmek gayesiyle halkı suça
teşvik ettiği" savıyla mahkemeye verildi.
1932'de Nâzım Hikmet'in Benerci Kendini Niçin Öldürdü
adlı şiir kitabı basıldığı gibi, 1931-32 sezonunda Kafatası, 1932-33 sezonunda
Bir Ölü Evi adlı oyunları da Darülbedayi'de (sonradan İstanbul Şehir Tiyatrosu)
sahneye kondu.
Benerci Kendini Niçin Öldürdü?'de Sühulet
Kütüpanesi'nce yakında yayımlanacağı duyurulan Gece Gelen Telgraf nedense 1933
yılı başında Muallim Ahmet Halit Kütüphanesi'nce yayımlandı. Kitabın kapağı ile
üçüncü sayfasında 1932 tarihi vardı, ama sondaki beş şiirin altına 1933 tarihi
konmuştu. Anlaşılan bu kitap basıma hazırlanırken birtakım tedirginlikler
yaşanmıştı.
Gece Gelen Telgraf yayımlandıktan bir süre sonra iki
dava açıldı. Birini 5 Mart 1933'te kitabı toplatan İstanbul Cumhuriyet
Savcılığı, "halkı rejim aleyhine kışkırtmak"tan, sırasıyla yazar
Nâzım Hikmet'e, yayımcı Ahmet Halit'e, basımevi sahibi Ali Beye karşı; öbürünü
ise, 9 Mayıs 1933'te, yapıtta yer alan "Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei
Kalemiye" adlı yergide "kendisine ve pederine hakaret ettiği"
gerekçesiyle Süreyya Paşa, Nâzım Hikmet'e karşı açmışlardı.
Oysa şair Gece Gelen Telgraf toplandıktan iki hafta
kadar sonra, 22 Mart 1933'te, gizli örgüt kurmak, üç kentte, İstanbul, Bursa,
Adana'da, duvarlara devrim bildirileri yapıştırarak, kitapçıklar dağıtarak
komünizm propagandası yapmaktan tutuklanmış, bir süre İstanbul'da sorgulanmış,
bu arada öbür davalarının duruşmalarında bulunmuş, ama arkasından, yargılanmak
üzere, 1 Haziran 1933'te, Bursa'ya gönderilmişti.
İdam talebiyle başlayan dava 31 Ocak 1934'te 5 yıl hapis kararıyla son buldu. Temyiz bu kararı bozduysa da Bursa Mahkemesi 4 yıla indirerek hapis kararında direndi.
İdam talebiyle başlayan dava 31 Ocak 1934'te 5 yıl hapis kararıyla son buldu. Temyiz bu kararı bozduysa da Bursa Mahkemesi 4 yıla indirerek hapis kararında direndi.
Cumhuriyet'in onuncu yılında çıkarılmış olan bağışlama
yasasıyla bu cezanın 3 yılı indirilince geriye bir yıl kalıyordu. Oysa Nâzım
Hikmet bir buçuk yıldır tutukluydu. Böylece 6 ay alacaklı olarak cezaevinden
çıkıp İstanbul'a geldi.
PİRAYE İLE EVLENİYOR
1930'da tanışıp 1931'de evlenmeye karar verdiği halde
kovuşturmalar, tutuklamalar yüzünden buna olanak bulamadığı Piraye Altınoğlu
ile 31 Ocak 1935'te evlendi.
Nâzım daha önce de Sovyetler Birliği'nde iki kez evlenmişti : Birincisi orada görevli bir Türk ailesinin kızı olan Nüzhet Hanım ile kısa bir evlilikti, ikincisi ise bir Rus kızı olan Dr. Lena ile memleket hasreti yüzünden sona eren bir evlilik... Piraye Altınoğlu'nun ise ilk kocasından iki çocuğu vardı. Bu evlilikle Nâzım Hikmet dört kişilik bir ailenin sorumluluğunu yüklenmiş oluyordu.
Nâzım daha önce de Sovyetler Birliği'nde iki kez evlenmişti : Birincisi orada görevli bir Türk ailesinin kızı olan Nüzhet Hanım ile kısa bir evlilikti, ikincisi ise bir Rus kızı olan Dr. Lena ile memleket hasreti yüzünden sona eren bir evlilik... Piraye Altınoğlu'nun ise ilk kocasından iki çocuğu vardı. Bu evlilikle Nâzım Hikmet dört kişilik bir ailenin sorumluluğunu yüklenmiş oluyordu.
Geçimini sağlamak için "Akşam" gazetesinde
Orhan Selim takma adıyla fıkralar yazmaya başladı. Gene takma adlarla
gazetelerde tefrika edilmek üzere romanlar yazdı.
Bir yandan da İpek Film Stüdyosu'nda senaryo yazarlığı, dublaj yönetmenliği, film yönetmenliği gibi çeşitli işler yapmaktaydı.
Bir yandan da İpek Film Stüdyosu'nda senaryo yazarlığı, dublaj yönetmenliği, film yönetmenliği gibi çeşitli işler yapmaktaydı.
1935'te Taranta Babu'ya Mektuplar adlı şiir kitabını
yayımladı, Unutulan Adam adlı oyunu Darülbedayi'de sahneye kondu.
1936'da Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı adlı şiir kitabı ile Alman Faşizmi ve Irkçılığı adlı çeviri derlemesi yayımlandı.
1936'da Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı adlı şiir kitabı ile Alman Faşizmi ve Irkçılığı adlı çeviri derlemesi yayımlandı.
17 Ocak 1938 gecesi akrabası olan Celâleddin Ezine'nin
evinde otururlarken gelen polislerce tutuklanıp kısa bir süre İstanbul
Tevkifhanesi'nde bekletildikten sonra, Nâzım Hikmet Ankara'ya Harp Okulu
Komutanlığı Askeri Mahkemesi'ne gönderildi. Kesinlikle beraat edeceğini umduğu
bu dava, 29 Mart 1938'de "askeri kişileri üstlerine karşı isyana
teşvik" suçuyla 15 yıl ağır hapse mahkûm edilmesiyle sonuçlandı. 28 Mayıs
1938'de temyiz bu cezayı onayladıktan sonra, Ankara Cezaevi'nden alınarak
İstanbul'da Sultanahmet Cezaevi'ne getirildi.
Bu arada 12 yıl çeşitli cezaevlerinde kalan Nâzım
Hikmet yayımlama olanağı bulunmadığı halde sürekli olarak şiir yazdı.
Cezaevlerinde tanıştığı, Türk halkının güç koşullar altında yaşayan, yoksul,
acılı kişileriyle dostluklar kurdu. Dört Hapisaneden; Kuvâyi Milliye; Piraye
İçin Yazılmış Saat 21-22 Şiirleri; Piraye'ye Rubailer; Memleketimden İnsan
Manzaraları; Ferhad ile Şirin; Yusuf ile Menofis gibi yapıtlarını bu insanlara
okuyup eleştirilerini aldı.
İkinci Dünya Savaşı sona erince, 1946 başlarında,
siyasal havanın görece yumuşadığı düşüncesiyle, suçsuz olduğunu belirterek,
yapılan "adli hata"nın düzeltilmesi için, daha önce de birkaç kez
yaptığı gibi, Büyük Millet Meclisi'ne bir dilekçe ile başvurduysa da bundan bir
sonuç elde edemedi. Bütün bu girişimlerden bir sonuç alınamadığını gören Nâzım
Hikmet 8 Nisan 1950'de açlık grevine başladı. Kalbinden, karaciğerinden
rahatsız olduğu bilindiğinden, Ankara'dan gelen emirle, hemen ertesi gün
İstanbul'a getirilerek önce Sultanahmet Cezaevi revirine, sonra da Cerrahpaşa
Hastanesi'ne yatırıldı. Daha sonra avukatının isteği üzerine Nâzım Hikmet bunun
üzerine 10 Nisan 1950 sabahı açlık grevini erteledi.
Nâzım açlık grevini erteleyince Cerrahpaşa
Hastanesi'nde muayeneden geçirilip sağlıklı olduğu saptanarak önce eşyalarını
almak üzere Sultanahmet Cezaevi'ne, oradan da Üsküdar Paşakapısı Cezaevi'ne
götürüldü.
2 Mayıs 1950 sabahı Nâzım Hikmet yeniden açlık grevine
başladı. Vasisi Avukat İrfan Emin Kösemihaloğlu hem ilgililere durumu bildiren
bir dilekçe yazdı, hem de Ankara'ya giderek Adalet Bakanı'yla görüştü.
Şair bu kez ölünceye ya da serbest kalıncaya kadar
grevi sürdürmeye kararlıydı. Günde dört beş bardak su ile bol bol sigara
içiyor, ama hiçbir şey yemiyordu. İlk üç sabah cezaevi bahçesinde beden
hareketleri yapmış, gün boyunca gazete, kitap okumuştu. Dördüncü günden sonra
ise iyice bitkinleştiği, yataktan çıkmak, konuşmak bile istemediği görüldü.
9 Mayıs 1950 günü cezaevinden ambulansla Adli Tıp
Müdürlüğü'ne götürüldü. Üç saat süren bir muayene sonucu doktorlar tam
teşekküllü bir hastanede gözetim altında kalması gerektiğine karar verdiler.
Cerrahpaşa Hastanesi'nde tek kişilik bir odaya yatırılmak istendi. Ama Nâzım
Hikmet'in, "Ben kobay değilim, hakkımın verilmesi için açlık grevi
yapıyorum. Greve cezaevinde devam edeceğim," diye diretmesi üzerine,
hastane yetkilileri bu isteği bir tutanakla saptayıp imzasını aldılar. Gene
Üsküdar Paşakapısı Cezaevi'ne götürüldü.
Nâzım Hikmet açlık grevinin on ikinci gününde sekiz
kilo kaybetmiş, çok kötü duruma düşmüştü. Hemen Cerrahpaşa Hastanesi Cerrahi
Kliniği'ne kaldırılarak kendisine serum takıldı. Daha sonra da Verem
Pavyonu'ndaki tek kişilik bir odaya yatırıldı.
On altıncı güne gelindiğinde, artık yaşamının "tıbbi müdahalelerle" uzatılmakta olduğu söyleniyordu. Bu durum başvuruların yönünü birdenbire değiştiriverdi.
Bu kez dostlarından, sevenlerinden Nâzım Hikmet'e telgraflar, mektuplar yağmaya başladı.
On altıncı güne gelindiğinde, artık yaşamının "tıbbi müdahalelerle" uzatılmakta olduğu söyleniyordu. Bu durum başvuruların yönünü birdenbire değiştiriverdi.
Bu kez dostlarından, sevenlerinden Nâzım Hikmet'e telgraflar, mektuplar yağmaya başladı.
Açlık grevini sürdürüyordu, ama Büyük Millet Meclisi beklenen genel bağışlama yasasını görüşmeden tatile girmişti. 14 Mayıs 1950'de ise yeniden seçim yapılacaktı.
Seçimlerin sonucu alınıp yeni hükümet kurulana kadar greve ara vermeliydi.
Yüzlerce telgrafın, mektubun yanı sıra, topluca imzalanmış dilekçeler de geliyordu.
Nâzım Hikmet 19 Mayıs 1950 Cuma günü saat 17:03'te, kendisine gelen mektupları coşkuyla okuyan vasisi Avukat İrfan Emin Kösemihaloğlu'na, açlık grevine son verdiğini bildirdi.
Çok hırpalanmıştı. Hastanede doktorların yakın
denetimi altında bile sağlığının düzelmesi oldukça uzun sürdü. Serbest
bırakıldığı tarihe kadar, iki aya yakın bir süre Cerrahpaşa Hastanesi'nde
kaldı.
14 Nisan 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti'nin
çıkardığı bağışlama yasası, Büyük Millet Meclisi'nde tartışılırken, Nâzım Hikmet'in
bağışlanmaması için, çok tatsız, çok üzücü konuşmalar yapıldı.
Sonuçta gergin bir ortamda çıkarılan yasa onu doğrudan
bağışlamıyor, yalnızca cezasının üçte ikisi indirilenler kapsamına alıyordu. 12
yıl 7 ay yatmıştı. 28 yıl 4 aylık cezasının geri kalanı bağışlanıyordu. 15
Temmuz 1950'de, Cerrahpaşa Hastanesi'nde, artık serbest olduğu kendisine
avukatlarınca bildirildi.
MÜNEVVER İLE TANIŞMA VE AŞK
Nâzım Hikmet cezaevindeki son iki yılına girerken
görüşmeci gelen dayı kızı Münevver Berk'e âşık olmuştu. Cezaevinden çıkınca
karısı Piraye'den ayrıldı. Kadıköy'de, önce annesinin Cevizlik'teki evinde,
sonra bir apartman katında Münevver Hanımla yaşamaya başladı. Gene İpek Film
Stüdyosu'nda çalışıyordu. 26 Mart 1951'de, bir oğulları oldu. Adını Mehmet koydular.
Gerçi cezaevinden çıkmıştı, ama polisçe sürekli
izleniyordu. Evinin önünde hep bir cip bekliyor, nereye gitse polisler de
arkasından geliyorlardı. Kitaplarını yayımlatma, oyunlarını oynatma olanağını
bulamayacağı anlaşılıyordu. Kuvâyi Milliye'nin yayın hakkını alan bir yayınevi
çıkmışsa da, kitap bir türlü yayımlanmıyordu.
Bu sırada Kadıköy Askerlik Şubesi'ne çağrıldı. Askerliğini yapmamış olduğu, hemen sevkedilmesi gerektiği bildirildi. Bahriye Mektebi'ni bitirdiğini, güverte subaylığı yaptığını, hastalanarak çürüğe çıkarıldığını söylemesi üzerine elinden bir dilekçe alınarak serbest bırakıldı.
Bu sırada Kadıköy Askerlik Şubesi'ne çağrıldı. Askerliğini yapmamış olduğu, hemen sevkedilmesi gerektiği bildirildi. Bahriye Mektebi'ni bitirdiğini, güverte subaylığı yaptığını, hastalanarak çürüğe çıkarıldığını söylemesi üzerine elinden bir dilekçe alınarak serbest bırakıldı.
Birkaç ay sonra tekrar şubeye çağrılarak kendisine
Sivas'ın Zârâ ilçesine gitmeye hazırlanması söylendi. İsteği üzerine Haydarpaşa
Hastanesi Sağlık Kurulu'na gönderildi. Kurula on ay önce Cerrahpaşa
Hastanesi'nden aldığı, kalbinden, ciğerlerinden rahatsız olduğunu gösteren
raporları sunduysa da askerliğini engelleyecek bir durumu olmadığı kararına
varıldı. Bu arada bir doktor kulağına bu işin sonunu iyi görmediğini fısıldadı.
Şubeden hazırlıklarını yapmak için bir haftalık izin aldı.
VE NAZIM GİDİYOR...
17 Haziran 1951 sabahı, askerlik işini düzeltmek
amacıyla Ankara'ya gideceğini söyleyerek evden ayrılan Nâzım Hikmet'in 20
Haziran 1951'de Romanya'ya vardığı Bükreş Radyosu'ndan öğrenildi. Sonradan
yazılanlara göre, akrabası olan Refik Erduran'ın kullandığı bir sürat motoruyla
İstanbul Boğazı'ndan Karadeniz'e açılmış, Bulgaristan sahillerine çıkmayı
amaçlarken, yolda rastladığı bir Rumen şilebiyle Romanya'ya gitmişti.
Oradan Moskova'ya geçmesi üzerine, Nâzım Hikmet, 25
Temmuz 1951'de, Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığından çıkarıldı.
Münevver Hanım ile oğlu Mehmet ise polisçe yakından izlenmeye devam edildiler.
Yurt dışına çıkmalarına ise kesinlikle izin verilmedi.
Dışarda birçok uluslararası kongreye katılan, çeşitli
ülkelere yolculuklar yapan Nâzım Hikmet büyük bir ün kazandı. Yapıtları çeşitli
dillere çevrildi. Pek çok kitabı yayımlandı.
Ama gittiği ülkenin artık gençliğindeki o coşkulu, geleceğe umutla bakan Sovyetler Birliği olmadığını kısa sürede anlamıştı. Dergilerde Mayakovski'den söz edilmiyor, Meyerhold'un, Tairov'un adları bile anılmıyor, eski dostlarından kimi sorsa, "Bilmem, nicedir görmedik," yanıtını alıyordu.
Ama gittiği ülkenin artık gençliğindeki o coşkulu, geleceğe umutla bakan Sovyetler Birliği olmadığını kısa sürede anlamıştı. Dergilerde Mayakovski'den söz edilmiyor, Meyerhold'un, Tairov'un adları bile anılmıyor, eski dostlarından kimi sorsa, "Bilmem, nicedir görmedik," yanıtını alıyordu.
Şiirlerinin çevirilerinde anlamı değiştiren yanlışlar
bulunması canını sıkmaktaydı.
Nâzım Hikmet'in özellikle sanat yapıtlarında Stalin'e dönük içi boş, anlamsız yüceltme sözlerinin yinelenip durmasını yadırgadığını söylemesi uyarılmasına neden olmuştu. Ayrıca böyle bir pot kırmaması için, onun Stalin yerine Malenkov'la görüştürüldüğü söylenir.
Nâzım Hikmet'in özellikle sanat yapıtlarında Stalin'e dönük içi boş, anlamsız yüceltme sözlerinin yinelenip durmasını yadırgadığını söylemesi uyarılmasına neden olmuştu. Ayrıca böyle bir pot kırmaması için, onun Stalin yerine Malenkov'la görüştürüldüğü söylenir.
Moskova'ya 1951 temmuzunda ulaşan Nâzım Hikmet,
ağustosta, Fadeyev'le birlikte, Berlin'de Dünya Gençlik Festivali'ne katıldı.
Eylül'de Bulgaristan'a gitti. Orada Fahri Erdinç'le,
cezaevi arkadaşı Betoven Hasan'la karşılaştı. Türklerin köylerini dolaştı,
sorunlarını dinledi, bol bol Türkçe konuştu.
1-6 Aralık 1951'de, gene Fadeyev'le Viyana'da yapılan Dünya Barış Kongresi'ne gittiler. Orada Aragon'la, Frédéric Joliot-Curie'yle tanıştı, öldüğünü sandığı, KUTV'dan arkadaşı Çinli devrimci Emi Siao (Sİ-YA-U) ile karşılaştı. Arkasından Prag'a giderek Uluslararası Barış Ödülü aldı. Sovyetler Birliği'nin desteklediği Dünya Barış Konseyi'nin etkinliklerinde önemli bir rol oynamaya başlamıştı.
1-6 Aralık 1951'de, gene Fadeyev'le Viyana'da yapılan Dünya Barış Kongresi'ne gittiler. Orada Aragon'la, Frédéric Joliot-Curie'yle tanıştı, öldüğünü sandığı, KUTV'dan arkadaşı Çinli devrimci Emi Siao (Sİ-YA-U) ile karşılaştı. Arkasından Prag'a giderek Uluslararası Barış Ödülü aldı. Sovyetler Birliği'nin desteklediği Dünya Barış Konseyi'nin etkinliklerinde önemli bir rol oynamaya başlamıştı.
25 Haziran 1952'de Asyalı üyelerin toplantısına
katılmak üzere Pekin'de; 1-5 Temmuz 1952'de Kore Savaşı'na karşı bir toplantıya
katılmak üzere Berlin'deydi. Amerikan emperyalizminin kışkırttığı bu savaşa
Türk hükümetinin asker göndermesini kınıyor, Kore'de halkımızın Amerikalılar
için kan dökmesine neden olanlara karşı konuşmalar yapıyordu.
1952 yılı sonunda Nâzım Hikmet artık Dünya Barış
Konseyi'nin yönetici kadrosundaydı. Çok çeşitli kentlerde toplantılara
katılıyor, bu arada Varşova'ya da gidiyordu. Polonyalılarla arası son derece
iyiydi. Elinde belirli bir ülkenin vatandaşı olarak sürekli bir pasaportu
bulunmadığını gören, ayrıca büyük dedesi yoluyla Polonyalı Borzenski ailesinden
geldiğini öğrenen dostları, ona bir Polonya pasaportu çıkardılar. Böylece Nâzım
Hikmet büyük dedesinin soyadıyla Polonya vatandaşlığına kabul edilmiş oldu :
Nâzım Hikmet Borzenski.
Dünya Barış Konseyi'nin eylemleri aralıksız sürüyor,
gittikçe daha büyük kalabalıkların ilgisini çekiyordu. 22-29 Haziran 1955'te
Helsinki'de yapılan Dünya Barış Toplantısı'na doksan ülkeden 2000 delege geldi.
Nâzım Hikmet bu toplantıda Türk delegesi olarak söz aldı. Toplantı sonunda bir
kez daha Dünya Barış Konseyi'nin yönetici kadrosuna seçildi.
6 Ağustos 1955'te Japonya'nın Hiroşima kentinde öğrencilerle ev kadınlarının düzenlediği Dünya Barış Konferansı ise soğuk savaş çerçevesinde komünist propagandası filan diye küçümsenecek gibi değildi. Hiroşima'ya atom bombasının atılışının onuncu yıldönümüydü. Nükleer araştırmalara karşı bütün dünyadan 33 milyon imza toplanmıştı. Nâzım Hikmet bu toplantıda bir barış delegesi konumunun ötesinde, dünyanın en büyük şairlerinden biri olarak alkışlandı.
6 Ağustos 1955'te Japonya'nın Hiroşima kentinde öğrencilerle ev kadınlarının düzenlediği Dünya Barış Konferansı ise soğuk savaş çerçevesinde komünist propagandası filan diye küçümsenecek gibi değildi. Hiroşima'ya atom bombasının atılışının onuncu yıldönümüydü. Nükleer araştırmalara karşı bütün dünyadan 33 milyon imza toplanmıştı. Nâzım Hikmet bu toplantıda bir barış delegesi konumunun ötesinde, dünyanın en büyük şairlerinden biri olarak alkışlandı.
1956'da, sekiz ay kadar, "özgürlükçü komünizmin
örneği" olarak gördüğü Polonya'da kaldı, öbür toplumsalcı ülkelere oradan
gidip geldi. Dünya Barış Konseyi'nin yönetici kadrosunda olması sürekli
yolculuklara çıkmasını gerektiriyordu.
1956 eylülünde ağır bir zatürree geçirdi. 3 Kasım
1956'dan 27 Temmuz 1957'ye kadar, Çekoslovakya'daki Yasenik Sanatoryumu'nda
dinlendi.
1957'den sonra, Yazarlar Birliği adına Sovyetler Birliği'nin doğudaki ülkelerine yolculuklar yapmaya başladı. Stalin'in büyük kıyım uyguladığı bu bölgede Türkçe konuşan halklar vardı. Buralarda gerçek dostlar kazanan Nâzım Hikmet, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan'da gördüklerinden, dinlediklerinden çok rahatsız oldu.
1957'den sonra, Yazarlar Birliği adına Sovyetler Birliği'nin doğudaki ülkelerine yolculuklar yapmaya başladı. Stalin'in büyük kıyım uyguladığı bu bölgede Türkçe konuşan halklar vardı. Buralarda gerçek dostlar kazanan Nâzım Hikmet, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan'da gördüklerinden, dinlediklerinden çok rahatsız oldu.
Stalin döneminin ağır bir eleştirisi olan İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu? adlı oyunu, 11 Mayıs 1957 günü Moskova Yergi Tiyatrosu'nda sahneye kondu. Bir tek gece oynandıktan sonra yasaklandı. Bu olay Nâzım Hikmet'i çok üzdü. Bayağı bunalıma girdi. İntihar etmeyi bile düşündü. Moskova'da Stalin döneminin baskısı hâlâ duyuluyor, katı komünistler, özgürlükçü komünistlerin önünü kesmek istiyorlardı. Ama bu oyun daha sonra başka tiyatrolarda, Riga'da, Çekoslovakya'da, Bulgaristan'da vb sahnelendi.
Nâzım Hikmet 1958 mayısını Dino'larla birlikte,
Münevver Andaç'ın genç kızlık yıllarının kenti Paris'te, ona gönderme yapan
şiirler yazarak geçirdi. Cezaevindeyken yazdığı şiirlerde onu andığı gibi
"Gülüm" diyordu, "Paris'te kimi gördün?" sorusunu,
"Genç kızlığını Mimi'nin," diye yanıtlıyordu. Oysa 1955 yılı
sonlarından beri yeni bir sevda fırtınası yaşamaktaydı. Vera Tulyakova adında
genç bir kadına âşık olmuş, onu Moskova'da bırakarak gelmişti. "Sensiz
Paris" derken kimin özlemini çektiğini anlamak kolay değildi.
Nâzım Hikmet 1958 haziranında ise Leipzig'e giderek Bizim Radyo'da çalışan Sabiha Sertel, Zekeriya Sertel, Yıldız Sertel'le buluştu. Türkiye'den tanıdığı insanlarla bir araya gelmek ondaki dinmek bilmez memleket özleminin acısını biraz olsun hafifletiyordu.
Münevver ile Mehmet'i İstanbul'da bırakıp gurbete çıkalı yedi yıl olmuştu. Oğlu fotoğraflarda büyüyordu. Ülkesinin insanlarıyla buluşmak onlarla buluşmak gibiydi.
Ama Türkiye'den ayrıldığı 1951 haziranından beri karısına duyduğu ardı arkası kesilmez özlem, Nâzım Hikmet'in başka kadınlarla ilişki kurmasına engel olmamıştı.
1952'de göğsündeki ağrılar yüzünden yatırıldığı Barvikha Sanatoryumu'nda üç ay kadar kalmış, burada kendisine âşık olan Galina Grigoryevna Kolesnikova adında çok genç bir doktor kıza yakınlık duymuştu. Hastaneden çıkınca birlikte yaşamaya karar vermelerini Yazarlar Birliği'nin de uygun görmesiyle, Dr. Galina şairin özel doktoru olarak görevlendirilmişti.
Bu özel doktor gece gündüz Nâzım Hikmet'le
ilgileniyor, evini çekip çeviriyor, ilaçlarını veriyor, yemeklerini düzenliyor,
dinlenmesini ayarlıyor, yolculuklara birlikte gidiyordu. Şair yıllarca süren bu
yakın ilginin birkaç kez kendisini ölümden döndürdüğünü söylerdi.
Dr. Galina onun evli olduğunu, karısını sevdiğini biliyordu. Münevver Andaç'ın çıkıp gelmesine hazırlıklıydı. Bir gün bu iş olursa şairi karısına bırakıp köşesine çekilecekti. Ama bambaşka bir olay yaşandı.
Dr. Galina onun evli olduğunu, karısını sevdiğini biliyordu. Münevver Andaç'ın çıkıp gelmesine hazırlıklıydı. Bir gün bu iş olursa şairi karısına bırakıp köşesine çekilecekti. Ama bambaşka bir olay yaşandı.
1955 yılı sonlarına doğru, Soyuz Multifilm
Enstitüsü'nden Arnavut giysileri konusunda bilgi almak üzere Nâzım Hikmet'i
görmeye gelen Valentina Brumberg'in yanında, Vera Tulyakova adında genç bir
kadın yardımcı vardı.
Bursa'da 1948 yılı sonunda yaşanan olay bir çırpıda
tekrarlanıverdi. Şair gene yaşamında "ilk defa" âşık oluyordu. Ama bu
kez gönül verdiği genç kadının evli olduğunu, bir de kızı bulunduğunu bir yıl
sonra öğrenecekti.
Elinde çikolatalar, çiçeklerle, Arnavut giysileri
konusunda daha fazla bilgi vermek için, Soyuz Multifilm Enstitüsü'ne sık sık
gitmeye başladı.
Sevdalandığı genç kadının savaşta ölmüş olan babasından altı yaş daha büyüktü.
Çevrelerindekilerin başlangıçta bir şakalaşma gibi baktıkları ilişki gittikçe ciddileşiyordu.
Ne var ki 1956 eylülünde geçirdiği ağır zatürree Nâzım Hikmet'i uzun süre Moskova'dan uzak kalmak zorunda bıraktı.
Sevdalandığı genç kadının savaşta ölmüş olan babasından altı yaş daha büyüktü.
Çevrelerindekilerin başlangıçta bir şakalaşma gibi baktıkları ilişki gittikçe ciddileşiyordu.
Ne var ki 1956 eylülünde geçirdiği ağır zatürree Nâzım Hikmet'i uzun süre Moskova'dan uzak kalmak zorunda bıraktı.
3 Kasım 1956'dan 27 Temmuz 1957'ye kadar, dokuz ay,
Çekoslovakya'daki Yasenik Sanatoryumu'nda sağlığına kavuşmayı beklerken gene de
aklı hep Moskova'daydı.
Vera Tulyakova ayrıldıkları gün ona bu işi daha ileri götürmek istemediğini, dönüşte ilişkilerini sona erdirmeleri gerektiğini söylemişti, ama tam tersi oldu.
Vera Tulyakova ayrıldıkları gün ona bu işi daha ileri götürmek istemediğini, dönüşte ilişkilerini sona erdirmeleri gerektiğini söylemişti, ama tam tersi oldu.
27 Temmuz 1957'de Moskova'da buluşur buluşmaz hemen
bir ortak iş yaratıp Sevdalı Bulut'un senaryosu üstünde birlikte çalışmaya
başladılar. Senaryo kabul edilince arkasından filmin çekimi sırasındaki
beraberlik geldi.
Ama Nâzım Hikmet yolculukları yüzünden ikide bir
Moskova'dan ayrılmak zorunda kalıyordu. 1957 yılı sonunda bir ay Bakû'deydi,
1958 ocağından nisanına kadar Varşova'da, Mayısta Paris'te, haziranda
Leipzig'deydi
VERA TULYAKOVA
Ağustos sonunda Moskova'ya dönünce Vera Tulyakova'ya
birlikte bir oyun yazmayı önerdi. Yazılması 1959 boyunca süren oyun 1960
başında Yermalova Tiyatrosu'nda sahnelenirken, ikisi de artık yaşamlarını
birleştirmeye karar vermişlerdi.
Nikâhlı olmadıkları için, Nâzım Hikmet'in, Münevver
Andaç'tan boşanması herhangi bir işlem gerektirmiyordu. Sekiz yıldır birlikte
olduğu Dr. Galina'ya ise Peredelkino'daki daçasını, 1957 model Volga limusin
otomobilini, eşyalarını, televizyon, radyo, teyp, nesi varsa, kitaplarını,
tablolarını, her şeysini, noterde kâğıt imzalayarak devretti. Kendisine
yalnızca Moskova'daki apartman dairesini bırakmıştı.
Bunun üzerine Vera Tulyakova'yla birlikte Bakû'ye
gidip Kafkaslar'ın kuzeyindeki bir tatil merkezi olan Kislovodsk'ta üç ay baş
başa kaldılar. Nâzım Hikmet çok mutluydu, ama her an da bu mutluluğu
yitireceğinin korkusuyla tedirgindi. Gittikçe daha fazla kıskanmaya başladığı
genç kadınla evlenmek, onu kendisine bağlamak istiyordu.
Yoksa geçirdiği kıskançlık bunalımları hiç sona ermeyecekti.
Yoksa geçirdiği kıskançlık bunalımları hiç sona ermeyecekti.
Moskova'ya dönüşlerinden bir süre sonra Vera Tulyakova
kocasından ayrıldı, ama kızını babasına bırakmak zorunda kaldı. 18 Kasım
1960'ta Nâzım'la genç kadın nikâhlandılar.
Münevver Andaç ile Mehmet konusunda ne düşüneceğini
Nâzım Hikmet de pek bilemiyor, örnekse 17 Temmuz 1959'da, Vera Tulyakova'yla
diz dize çalışırlarken, "İki Sevda" adlı şiirine, "Bir gönülde
iki sevda olamaz / yalan / olabilir" diye başlıyordu.
1961 nisanında şair Paris'e ikinci kez gittiğinde
yanında karısı Vera da vardı. Bu yolculuk bir balayı niteliğindeydi. Paris'te
kırk gün kaldılar.
Mayısta Nâzım Hikmet oradan yalnız olarak Dünya Barış Komitesi adına Fidel Castro'ya Barış Ödülü vermek üzere Küba'ya gitti.
Mayısta Nâzım Hikmet oradan yalnız olarak Dünya Barış Komitesi adına Fidel Castro'ya Barış Ödülü vermek üzere Küba'ya gitti.
Paris'ten ayrılmadan önce, İtalya'nın Barış Konseyi
delegelerinden Joyce Salvadori Lussu ile karşılaşmıştı. 1958 haziranında
Stockholm'de yapılan Barış Konferansı'nda tanıştığı Lussu, onun aşk şiirlerine
hayran olmuştu, ama, Piraye ile Vera'yı bilmiyor, bütün bu şiirleri Türkiye'den
dışarı bırakılmayan karısı için yazdığını sanıyordu.
1960 haziranında İstanbul'a gidince Münevver Andaç'la tanışmak olanağını buldu. Evine konuk olduğu, iki çocuğuyla tek başına verdiği yaşam savaşımını ayrıntılarıyla öğrendiği, pek beğendiği bu kadını çocuklarıyla birlikte Türkiye'den kaçırmayı aklına koydu.
İtalyan Komünist Partisi'nden olumlu yanıt alamayınca başka çareler aradı. Kendince birtakım planlar yaptı. O günlerde eyleme geçmeyi düşünüyordu.
Paris'te Nâzım Hikmet'le karşılaştığında söyledi ona karısıyla çocuğunu Türkiye'den kaçıracağını. Nâzım sevindi, ama pek inanmadı.
1960 haziranında İstanbul'a gidince Münevver Andaç'la tanışmak olanağını buldu. Evine konuk olduğu, iki çocuğuyla tek başına verdiği yaşam savaşımını ayrıntılarıyla öğrendiği, pek beğendiği bu kadını çocuklarıyla birlikte Türkiye'den kaçırmayı aklına koydu.
İtalyan Komünist Partisi'nden olumlu yanıt alamayınca başka çareler aradı. Kendince birtakım planlar yaptı. O günlerde eyleme geçmeyi düşünüyordu.
Paris'te Nâzım Hikmet'le karşılaştığında söyledi ona karısıyla çocuğunu Türkiye'den kaçıracağını. Nâzım sevindi, ama pek inanmadı.
1961 temmuzunda zengin bir işadamı olan Carlo Guilluni, yatıyla turistik bir yolculuğa çıkmış havasında, Ege'deki Türk limanlarını dolaşıp bol bol para harcayarak sonunda Ayvalık'a demir attı. Bu arada Joyce Lussu İzmir'de yattan ayrılıp uçakla İstanbul'a gitmiş, karşı kaldırımdaki cipte bekleyen polisleri atlatarak Münevver Andaç ile iki çocuğunu Ayvalık'a getirmeyi başarmıştı. Onlar gelir gelmez yat hemen demir alıp Yunanistan'ın Midilli adasına yöneldi. Karanlıkta oldukça tehlikeli bir deniz kazası geçirdilerse de, Yunanlı balıkçılarca kurtarılarak sonunda Atina'ya ulaştılar.
Ağustos başında Münevver Andaç, Renan, Mehmet Polonya'daydılar. Nâzım Hikmet Küba'dan yeni dönmüştü. Varşova'daki buluşmaları pek içten olmadı. Nâzım onları havaalanında karşılamadı, ertesi gün kaldıkları otelin lokantasına geldi. Münevver ikinci bir kadının varlığını biliyordu, Nâzım evlendiğini ona yazmıştı, ama kocası olarak gördüğü kişinin başka bir kadınla evlendiğini yeni öğrenmiş gibi davranmayı içine düştüğü durum açısından daha uygun buldu. Son zamanlardaki mektuplaşmalarında birtakım tatsızlıklar yaşamışlardı.
Münevver kocasının Moskova'da yıllardır bir kadın doktorla
birlikte oturduğunu da biliyordu. Nâzım ise İstanbul'dan gönderilen bir
mektupla karısının kendisini aldattığı yolunda uyarılmıştı. Buna inanmak
duyduğu vicdan azabını biraz olsun azaltıyordu. Tıpkı Piraye'den ayrılmaya
kalktığı günlerde yaptığı gibi, hem yaşamına, hem de şiirlerine karşı ağır bir
suçluluk duygusu içinde, sarılacak bir dal araması çok doğaldı.
Yeni karısı Vera da bunca olaydan sonra çok tedirgindi. Bu noktaya geldikten sonra Nâzım'ı kaybetmek istemiyordu.
Yeni karısı Vera da bunca olaydan sonra çok tedirgindi. Bu noktaya geldikten sonra Nâzım'ı kaybetmek istemiyordu.
Çok güç durumdaki şair ise bu iki kadını birbirinden
uzak tutmazsa büyük sıkıntılar yaşayacağını çok iyi anlıyordu.
Münevver ile çocuklarını, bu arada yıllarca özlemini
çektiği oğlu Mehmet'i, kendisini çok seven Polonyalı dostlarına emanet ederek
Moskova'ya götürmemeye karar verdi.
Bir daire tutuldu, eşyalar alındı, Münevver Andaç'a Doğu Dilleri Fakültesi'nde bir öğretmenlik görevi bulundu.
Bir daire tutuldu, eşyalar alındı, Münevver Andaç'a Doğu Dilleri Fakültesi'nde bir öğretmenlik görevi bulundu.
1962 ocağında Kruşçev'in aracılığıyla Nâzım Hikmet'e
Sovyetler Birliği pasaportu verildi. Şubatta, Vera'yla birlikte, Asya ve Afrika
Yazarlar Birliği Kongresi'ne katılmak üzere Mısır'a gittiler. Sovyetler'le
gerginlik içinde olan Çinliler'in Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşımadığı
için, Türk delegesi sayılamayacağını söyleyerek Nâzım Hikmet'e itiraz etmeleri,
şairin diliyle, varlığıyla nasıl Türkiye'ye bağlı olduğunu anlatan bir konuşma
yapmasına neden oldu. Ayakta alkışlanan bu konuşma onun kongreye başkan
seçilmesini sağladı.
Nâzım Hikmet sağlığının gittikçe bozulmasına karşın,
1962 yılında Prag , Berlin ,
Leipzig ,
Bükreş'te yapılan toplantılara katılmaktan geri durmadı.
1962 kasımında Vera'yla birlikte gezmek, dinlenmek
için İtalya'ya gittiler : Milano, Floransa, Roma. Oradan, yeni yılı Dino'larla
birlikte karşılamaya, Paris'e geçtiler.
Türkler, Türk yemekleri, Türk dili en büyük dinlenme, arınmaydı şair için. Karısını ise tüketim toplumlarının göz kamaştırıcı alışveriş olanaklarıyla mutlu etti.
4 Ocak 1963'te gene Moskova'ydılar.
Türkler, Türk yemekleri, Türk dili en büyük dinlenme, arınmaydı şair için. Karısını ise tüketim toplumlarının göz kamaştırıcı alışveriş olanaklarıyla mutlu etti.
4 Ocak 1963'te gene Moskova'ydılar.
1963 şubatında Nâzım Hikmet Asya ve Afrika
yazarlarının Tanganika'daki toplantısına katıldı.
Martta, nisanda Berlin'deydi. Nisan sonunda Moskova'ya
dönünce "Cenaze Merasimim" adlı şiirini yazdı. Mayısta, oturdukları
apartman dairesi temizlenip boyanırken, Staraya Ruza'daki bir daçada kaldılar.
Staraya Ruza'dan döndükten kısa bir süre sonra ise, 3
Haziran 1963 sabahı, Nâzım Hikmet bir kalp krizi sonucu Moskova'daki evinde
öldü.
Yazarlar Birliği'nin düzenlediği bir törenle Novodeviçiy Mezarlığı'na gömüldü.
Yazarlar Birliği'nin düzenlediği bir törenle Novodeviçiy Mezarlığı'na gömüldü.
çok istifadeli bir çalışma olmuş teşekkürler. poetika çalışmamın başında kullandım
YanıtlaSil